Sonntag, 15. Januar 2012

Karaburun

Karaburun

Beton yığını yazlık siteler, yeşilin unutulduğu deniz kenarları, kalabalık plajlar ve “beach club”lardan kaçanlardansanız, tatil beklentiniz doğayı yaşamak ve keşfetmek ise İzmir’in yanı başında keşfedilmemiş bir cennet olan Karaburun’u mutlaka görmelisiniz.

İzmir-Çeşme otoyolunun 55. km’sinden ayrılıp virajlarla ve muhteşem kıyı manzaralarıyla dolu bir yolu ta-kip ederek İzmir’den 130 km sonra Karaburun’a ulaşabilirsiniz. İzmir’in en küçük ilçesi olan Karaburun, belki de bu virajlı yolu sayesinde bozulmadan kala-bilmiş, yaz sezonunun en canlı dönemin-de bile tenha kalabilen bir doğa harikası. Açık denize bakması nedeniyle çevrenin en temiz denizine sahip Karaburun, ba-lıkçılık ve dalış turizmi konusunda önem-li potansiyeller barındırıyor. Karaburun Yarımadası’nın en kuzey ucunda yer alan Karaburun ilçe merkezindeki dört plajın ikisi mavi bayraklı. Karaburun Yarımada-sı 200’ün üzerinde kuş türü, Ada Martısı ve Akdeniz Foklarının yaşama ve üreme alanı. Kuzeyinde Midilli, batısında Sakız Adası, doğusunda Urla, güneyinde ise Çeşme’nin bulunduğu Karaburun, enge-beli bir arazi yapısına ve 1218 m yüksek-liğindeki Bozdağ yükseltisine sahip. İz-mir Körfezi’nin girişinde, körfezi kontrol eden önemli kilit noktalardan biri olan Karaburun Yarımadası’nda eski çağlar-dan bu yana yerleşim izlerine rastlamak mümkün.Mitolojide KaraburunKaraburun’un bilinen en eski adı “Mimas”, Yunan mitolojisinde sıklıkla geçmektedir. Ünlü şair Homeros burada doğmuş ve yaşamıştır. Homeros’un Oddysea’sında “Rüzgarlı Mimas Dağı” olarak geçen dağ, Karaburun Yarımadası’ndaki Bozdağ’dır. Mitolojiye göre dağın adı Zeus’u zorla-yan bir dev olan Mimas’tan gelmektedir. Zeus en sonunda bu devin üzerine eri-miş demir, çelik ve bakır dökerek etkisiz-leştirmiş, böylece Mimas Dağı oluşmuş-tur. Zeus’un kıskanç karısı Hera, çapkın kocasını gözetlemek için tuttuğu göz-cülerden biri olan İris’i Mimas Dağı’na göndermiştir. Bugünkü İris Gölü de adını buradan almıştır

Karaburun’a özel nergis çiçeği de mitolo-jide yer almaktadır. Sudaki kendi aksine aşık olan Narsisus en sonunda suya düşe-rek nergis çiçeğine dönüşür. Psikolojideki “narsizm” kelimesi buradan gelmektedir.Yarımada’nın TarihiMitolojide Mimas olarak anılan bu böl-ge, İyonya Dönemindeki haritalarda “Capo Calaberno (kaleberno)” olarak anılmaktaydı. Türk egemenliğine geç-tikten sonra “Ahırlı” olarak anılan yöre, Osmanlı Döneminde “Karaburun” adını almıştır. Karaburun kelimesi kaleberno-dan bozularak gelmiş olabilir. Türkçe’de “kara” sözcüğünün “kuzey” anlamında kullanılması da Karaburun adına etki et-miş olabilir. Karaburun’da yerleşimin ne zaman başladığı bilinmemekle birlikte, Çakmaktepe mevkiinde yapılan kazılar-da Kalkolitik döneme (MÖ 4000) ait ke-sici araçlar, taş el baltaları ve ilkel çanak-çömleklere rastlanmıştır. Bölgede MÖ 3000’li yıllardan itibaren Hititler varlık göstermiştir. Hititler’in ardından bölge-ye sırasıyla Yunanlılar, Persler, Romalılar ve Bizanslılar egemen olmuştur. Daha sonra Türklerin eline geçen Karaburun, 1919 yılında Yunanlılar tarafından işgal edilmiş, 1922 yılında ise işgalden kur-tulmuştur. Yunanlıların çekilmesiyle bir-likte yerli Rumlar da bölgeyi terketmek zorunda kalmışlar ve bunun sonucunda bölgede ekonomik ve toplumsal alanda büyük değişiklikler meydana gelmiştir. Bu tarihten sonra Yarımada’nın nüfusu oldukça azalmıştır. Günümüzde eski önemini yitirmiş olan bölgede engebeli coğrafya yüzünden tarih boyunca çok fazla yapılaşma olmadığından ve mev-cutların da depremlerle yıkılmasından dolayı tarihi eserlere rastlamak zordur.Hurma, Nergis ve EnginarTipik Akdeniz bitki örtüsüne sahip olan Karaburun Yarımadası, dalından koparılıp yenebilen “hurma zeytini”, mevsiminde bütün bir yarımadayı mis-ler gibi kokutan ve her yıl açan “nergis çiçekleri” ve karaciğere olan faydaları ile ün yapmış lezzetli ve etli enginarı ile meşhurdur. Orman açısından fakir olan Yarımada delice, kocayemiş, san-dal, menengiç, kermez meşesi, tespih, akçaağaç, sakız ve laden gibi bitkileri barındırır. Eskiden zeytinlikleri ve bağ-ları ile ünlü olan bölge, büyükşehirlere göçün sonucu olarak bu zenginlikleri-ni yavaş yavaş kaybetmiştir. Zeytincilik günümüzde de devam etmekte ve yöre halkının önemli gelir kaynaklarından birini oluşturmaktadır. Günümüzde Ya-rımada genelinde organik tarım bilinci yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Narenciye üretimi ve bağcılık da sürdü-rülmektedir. Yarımada, şifalı otlar açısından da oldukça önemli bir yere sahiptir. Burada, fitoterapik değeri olan yaklaşık 67 çeşit şifalı ot yetişmektedir. Sütleğen, yarpız, gelincik otu, kantaron otu, kapari, kekik, kenger, sığırotu, ada soğanı ve adaçayı bu tür bitkilere örnek olarak verilebilir.

Akdeniz Foku ve Ada Martısı Karaburun faunası itibariyle de çok zengindir. Gerek karada gerekse denizlerde çok değişik ve ender hayvan cinslerine rastlamak ola-sıdır. Yaban domuzu, tilki, sansar, su samuru, porsuk, tavşan, sincap, yırtıcı kuşlar (kartal, şahin, doğan...gibi), çok sayıda çeşitli böcek ve ke-lebekler, tatlı su kaplumbağaları ve yengeçleri, bukalemun, kertenkele ile de-ğişik av kanatlıları gibi çok geniş bir doğal yaşam yelpazesi vardır. Balık türleri dahil, yurdumuz sularında yaşayan hemen tüm deniz canlısı türlerini, Karaburun Yarıma-dası denizlerinde bulma şansı vardır. An-cak, Karaburun denince akla öncelikle kefal ve barbun gelir. Karaburun Yarımadası için tüm bu kara ve deniz canlıları son derece önemli bir zenginlik teşkil etmekteyse de, içlerinde en önemlileri şüphesiz ki tüm dünyada sayıları 500, yurdumuzda ise 100 civa-rında kalmış olan “Akdeniz Foku (Mo-nachus monachus)” ile yine nesli tüken-meye yüz tutmuş bulunan “Ada Martısı” dır. Yarımada kıyılarında çok sayıda fok mağarası mevcut olup, bunların bazıları foklar tarafından doğum amacıyla da kullanılmaktadır. Çok önemli ve yoğun çalışmalarla koruma altına alınarak, ne-sillerinin devamı konusunda iyileştirici önlemler alınan bu hayvanların varlığı, Yarımada’nın önemini bu açıdan da ar-tırmaktadır.Kopanisti Peyniri ve Karaburun BalıYarımada’nın dağlık olması nedeniyle hal-kın bir bölümü hayvancılıkla uğraşmakta, doğal ortamda yapılan bu uğraş birbirin-den lezzetli ürünleri ortaya çıkarmaktadır. Karaburun’a özel kopanisti peyniri, kelle peyniri, deri tulum peyniri ve höşmerim (sündürme)in yanı sıra özel aromalı Kara-burun Balı da meşhurdur.İzmir ve Foça ile kurulan feribot seferle-ri, belediyenin önderliğinde düzenlenen şenlik ve festivaller, organik tarım ve el sa-natları projesi, rüzgâr enerjisini kullanma-ya yönelik çalışmalar, yat limanı inşaatı, alternatif turizm olanaklarının artırılması çalışmaları ile Karaburun, yakın geleceğin önemli turizm merkezlerinden biri olma yolunda ilerlemektedir

Ayvalık

Ruhların dostu Ayvalık

Türkiye’nin Ege kıyılarındaki bu şirin belde nemi olmayan kuru havası, mavi ve yeşilin iç içe geçmesiyle oluşmuş şirin bir beldedir. Ayvalık denince akla bir çok şey gelmektedir, doğal ve kültürel mirasının yanı sıra tarihi dokusuyla da önemli bir merkez olan Ayvalık, günümüzde tatil ve turizm beldesi olarak anılıyor, yıllık yüz binlerce ziyaretçinin beldeye gelmesi bunun en büyük göstergesi olarak sayılıyor.

Ayvalık, etrafı onlarca adayla çevrili, insanın ruhunu okşayan muhteşem doğası ve lezzetli balıklarıyla popüleritesini yitirmeyen tatil beldelerinden.

Balıkesir’in bir ilçesi olan Ayvalık, İstanbul’a 520, Ankara’ya ise 675 km. uzaklıkta. Efes-Bergama-Truva transit yolu üzerinde bulunduğundan ulaşimı oldukça kolay olan Ayvalık’a vardığınızda ilk iş akşam üstü çikan meltemle beraber kendinizi çarsiya ve ara sokaklara atın. Capcanlı lokantalar ve meyhaneler arasında burnunuzu damla sakızının baskın kokusuna bıraktığınız an Ayvalık’ın en meşhur sakızlı dondurmacısının kapısında bulacaksınız kendinizi. Ara sokaklar ise kazdıkça derinleşen kuyu gibi; çok fazla ve çok güzeller. Ayvalık’ın merkezi, Edremit Körfezi’nde zeytinyağı kültürünün ve ticaretinin bölgeyi nasıl da zenginleştirdiğini gözler önüne seriyor.

Antik kaynaklarda Yunanca ayva ağacı anlamına gelen ‘Kydonia’ olarak geçen Ayvalık, Osmanlıların bölgeye yerleşmesi ve sebep oldukları kültür kaynaşmasından dolayı ‘Aibali’ olarak değişmiş ve modern kaynaklarda bu isimle geçiyor. Eskiden yörede bulunan ayva ağaçlarının çoklugu, doğal olarak bu adı almasına sebep olmuş. Osmanlı zamanında ağırlıklı olarak Rumların yaşadığı bir bölge olan Ayvalık’ta o yıllarda kurulmuş olan düzen göze çarpiyor. Sayısız okul, kilise, hastane, matbaa ve konsolosluklarla bir kültür ocağı haline gelmiş olan bölgeden yetişen birçok ünlü yazar, şair ve politikacı, 1821’deki Yunan ayaklanmasıyla bölgeden ayrılmak zorunda kalmış.

Denizi, zeytinlikleri, yemekleri, mimarisi, mübadele hikayeleri, kedisi, delisiyle ayrılmak istemeyeceğiniz şahane bir liman kasabası Ayvalık. Perşembe günleri Ayvalık’ın merkezinde kurulan pazarla daha güzelleşen kent yalnız civarın değil batılı gezginlerin, komşu ada Midilli’den gelen Yunanlıların da gözdesi. Sabah pazara gelen Midilli halkı zeytinden domatese, pastırmadan, lor tatlısına, baklavaya kadar torbalar dolusu mal götürür karşı yakaya. Pazar sokaklarında da duyabileceğiniz Rumca satıcı cümleleri sayesinde sizde birkaç kelime Rumca öğrenmiş olabilirsiniz gün sonunda.Özellikle Persembe pazarı 1970’li yıllardan beri kurulan körfezin en büyük pazarıdır. 4 bin metrekare alana yayılmış, 700 esnafın yer aldığı diğer pazarlara göre düzenli sayılabilecek şekilde yaygınlaşmış üç büyük bölümden oluşmaktadır.
Birinci bölüm Cumhuriyet meydanının arkasındaki sokaklara yayılmış giyecek, mefruşat, hediyelik eşya ve baharat yoğunluklu turistiklerin uğrak kısmı. Kudret narının tazesini, zeytinyağında hazırlanmışını alabilirsiniz. Harnup, üzüm pekmezi,nar ekşisi, arısütü, taze yaprak, yeni mahsül incir kurusu.
İkinci bölüm Vehbi bey mahallesinde küçük bir meydanda kuruluyor. Burhaniye, Edremit ilçelerinin köylerinden, dağ köylerinden özellikle Kozak yaylasının bütün köylerinden gelen saticıların yer aldığı kısım. Donuk siyah pardösüleri ile çoğunluğu oluşturan ve diğer satıcıların dağlı olarak adlandırdıkları Yörük kadınlardan oluşan köylüler bahçelerinin taptaze ürününü pazara indiriyorlar. Dolmalık fıstığın en alası bu pazarda.

Turp otu, koyu yeşil minicik Girit kabağı ve onunla pişirilen Stifno-İstifno, salatası yapılan susamotu, deniz fasulyesi, radika, semizotu, turşuluk kelekler, acurlar, biberin onlarca çeşidi, ısırgan otu, bağla otu, demetlerce deniz börülcesi…Istanbul’da küçücük bir demetini 2.5 ytl aldığımız börülcenin Ayvalık pazarında kocaman bir torba dolusu 2 ytl. Taptaze kabak çiçeklerini iç içe dizilmiş olarak alıp, İstanbul’a kadar özenle taşıdım. Dağlıların getirdiği otlardan biri de mühliye. Bu otun yolculuğu Kıbrıs’dan başlıyor, Girit, Midilli ve mübadele ile gelenlerle saksıda Ayvalık’a ulaşıyor. Ayvalık toprağını seviyor, günümüzde evlerin dışında çok pişirilmese de Kuzu etli Mühliye yemeğinin yeri Ayvalıklılar için apayrı. Papules Cunda da birkaç kişi tarafından susuz tarım ürünü olarak yetiştirildiğinden oldukça lezzetlidir. Boşnak fasulyesi denilen taze fasulyenin bir çeşidi yörenin düğün yemeklerinde pilavla servis ediliyor. Döğme tereyağı, doğal ortamda otlayan hayvanlardan elde edilen süt ürünleri (özellikle de kelle peyniri ve loru) burada bulabilirsiniz.

13. sokakta 1886 yılında yapılmış kahvede Koruk suyuna mevsiminde rastlarsanız mutlaka deneyin.
Üçüncü bölüm, Toptancılar hali içinde yer alan sebze-meyve pazarı, kuru gidaların, onlarca zeytin çeşidi, zeytinyağı, sabun, bal, baharat ve kuruyemişi bulabileceğiniz düzlük koskoca meydana yayılmış bölüm.Simitçi tezgahlarında satılan Nohut ekmeği mayalı olduğu için kolay bayatlamıyor. Dünyanın en nefis zeytinyağlarının üretildiği Ayvalık zeytinleri tadını kokusunu, yörenin coğrafi konumu, iklimi, kış aylarında esen karayel ve poyraz fırtınalarının olumlu rüzgarından alır diyorlar. Evinize uçakla dönüyorsanız hiç dert etmeyin, pazardaki ve kasabadaki tüm zeytinyağı üreticileri seçtiğiniz markayı kargo ile 2-3 günde Türkiye’nin heryerine gönderiyorlar. Yağı bardaktan tadarak seçiyorsunuz.Dolasmakla bitiremedigimiz Persembe pazarindan ayrilarak gezimize kaldigimiz yerden devam ediyoruz..

Cesitli kaynaklardan ,esnaftan ve tanidigimiz ,tanimadigimiz kisilerden elde ettigimiz bilgilerle yavas yavas gezmeye basliyoruz Ayvalık’ı .....Dar sokaklarda dolasirken ilk önce gözümüze carpan muazzam mimaride ki eski Rum evleri.Tarihe tanıklık etmiş olan bu evler kapılarından alınlıklarına, kapı tokmaklarından pencerelerine uzanan tahta ve taş işçiliği ile görülmeye değer. Şehrin merkezinde turistik olarak gezilecek çok yer yok aslında. Eski zeytin fabrikaları dışında camiye dönüştürülmüş birkaç kilise hariç tabii.

Bunlardan en önemlisi; İsmet Paşa mahallesinde bulunan eski Agia Gianni kilisesi, şimdiki adıyla Saatli Cami. 1800’lü yıllarda inşa edilen yapının adı, üzerindeki ihtişamlı saat yüzünden böyle konulmuş. Bundan başka Ayazma, Agia Nikolao, Kato Panagia, şimdiki adı Çinarli Cami olan Agia Iorgi bulunuyor.

Günbatımının yaklaştığı saatlerde, ününü duyduğumuz Şeytan Sofrası’na doğru yol alıyoruz. Adını, doğal etmenlerin oluşturduğu coğrafi şeklinden alan Şeytan Sofrası; Ayvalık’ı ve adalarını kuşbakışı izlemek için en ideal nokta. Günbatımı burada bir başka güzel. Toplanan kalabalığa eşlik edip bu eşsiz manzarayla gözlerimizi şenlendirirken, diğer yandan kafes içine alınmış ve bir dilek kuyusu muamelesi gören ‘şeytanın ayak izi’nin hikayesini dinliyoruz. Tanrı tarafından itaatsizliği yüzünden kovulan şeytan, kaçmak için attığı son adımlarının birini buraya, ötekini Midilli’ye bıraktıktan sonra dünyadan çikip gitmiş. Böylece oluşmuş şeytanın ayak izi, bir rivayete göre.

Sabah kahvaltısında Ayvalık’ın olmazsa olmazı zeytine doyduktan sonra, Ayvalık’a 7 km. uzaklıkta olup, Lale yarımadasına, Türkiye’nin ilk boğaz köprüsüyle bağlanan Cunda (Ali bey) Adası’na doğru yola koyuluyoruz. Zaten bir Ayvalık gezini, Cunda durağı ile taçlandırmak buraya gelenlerin vazgemilmez geleneği. Adanın birden fazla ismi var; Piri Reis’in 1513 yılında yazdığı ‘Kitab-ı Bahriye’sinde yöre adalarından Yunt Adaları olarak bahsedilmekteymiş. Piri Reis’in, adaların üzerinde başiboş gezen eşek ve atlardan esinlenerek bölgedeki adalara Yunt Adaları ismini vermiş olduğu tahmin ediliyor. 1862'de belediye olan Yunda için hazırlanan belediye mührünün etrafında Yunanca ‘Moshonisia Belediyesi’, ortasında ise Osmanlıca olarak ‘Daire-i Belediye Cezire-i Yunda’ yazmaktaymış. Daha sonraları mührün ortasındaki Osmanlıca yazının yanlış okunması sonucu ‘Cunda’ sözcüğü ortaya çikmis. Adanın Rumlar tarafından kullanılan adı, Rumca ‘kokulu ada’ anlamına gelen Moshinos.

Cunda ve Ayvalık; Yunan ordusu tarafından işgal edildiğinde, işgale Kaymakam Ali Bey karşi koymuş ve ilk kurşunu sıkmış. Bu nedenle Cumhuriyet döneminde adaya Alibey Adası ismi verilmiş. Burada ilk ziyaret ettiğimiz yer, Müslümanlar ve Hristiyanların ilk defa beraber yaşamaya başladıkları mahallede yer alan Taksiyarhis Kilisesi. 1873 yılında inşa edilen kilise; çevresindeki sokak dokusu ve neoklasik özellikleri ile taş evlerle mükemmel bir uyum oluşturuyor. Bir rivayete göre o dönemde dünyadaki bütün Ortodoks kiliselerinin zeytin, zeytinyağı ve sabun ihtiyacını karşilayan kilise, içteki mermer işçiliği, dini konuları içeren tavan süslemeleri, İsa’nın hayatını doğumundan ölümüne kadar anlatan resimleri, balık derisi üzerine yapılmış azize portreleri ile kentin halen bozulmamış, en dikkate değer eseri olma özelligini taşiyor. Adada bundan başka 7 manastır daha var. Bunlardan en önemlisi, adanın kuzey yönünde bulunan Patriça’daki, ‘Ayışığı’ anlamına gelen Ayios Dimitrios Ta Selina. Özgün yapısı ile dikkati çekiyor. Ayrıca İncil ve Tevrat’tan alınan dini konuların işlendiği fresklerle süslü Agia Nikola Kilisesi görmeye değer.

Sahilde bulunan Taş Kahve ise doyumsuz muhabbetlerin, kırk yıl hatırı olan kahvelerin tek adresi. Cunda Adası’nın enfes yemeklerini tatmak için menüye baktığınızda çesit çesit yemekler, salatalar, mezeler arasından bolca zeytinyağlı hardal otu, deniz börülcesi, sübye yumurtası, Ayvalık'a özgü papalina, enginarlı karides, karadiken, kalamar dolması, ahtapot, iskorpit buğulama göze çarpiyor. Deniz mahsulleri bol ve ucuz, Ege mutfağına özgü hindiba, turp otu, arapsaçı, istifno gibi otlardan yapılan yemek ve mezeler ise kesinlikle deneeli. Tatlı olarak ise sakızlı kurabiye, kavunun içine konulup servis edilen sakız dondurması iyi bir final. Bir de unutmadan lokma tabii ki. Lokma her yerde var ama Cunda’nın lokması bir başka.

Ayvalık'ta içkinin dozunu kaçıranların eskiden götürülüp bırakıldığı bir ada var: Tımarhane Adası. Aslında bir yarımada olan Tımarhane Adası’nın ucunda bir kilise var. Arkasında bir koridor bulunuyor. Yarımadanın uç kısmı çok rüzgâr alıyor. Uyarıcı uğultu sesi sarhoş olduğu için buraya bırakılanları kendilerine getiriyor. Ayılanlar da Ayvalık'a geri dönüyorlar.

Yumurta Ada, Tavuk Adası, Karaada, Çiplak Ada, Lale Adası gibi başka adalar da bulunan Ayvalık’ta sualtı net görüş mesafesi 20-25 metreye ulaştığından ve deniz altı zenginliklerinin fazla olmasından dolayı, adaların çevresi sualtı fotoğrafı çekmek için çok elverişli. Ayrıca Ayvalık’a 7 km. mesafede bulunan doğal kum plajı Sarımsaklı da, tatilcileri deniz ve güneşin keyfini çikarmaya davet ediyor.

Ayvalık’dan sakızlı, zeytinyağlı kurabiye, lor tatlısı ve Ayvalık tostunu yemeden dönmeyin.... Mutlaka 1942’den beri açık olan Yeni Güler Tatlıhanesi’ne uğrayın, yorgunluk atarken limonata eşliğinde bu lezzetlerden mahrum kalmayın.Bizden söylemesi..........

Alaçatı

Rüzgarın evinin oldugu yer..... Alaçatı

Çeşme’nin yanı başında ama kalabalıklardan ırak, bohem bir sığınak Alaçatı; aynı zamanda sörf meraklılarının birinci tercihi...yani rüzgarın evinin oldugu yer.......




Alaçatı, denizi titretmeden esen rüzgârıyla, dalından reçineler damlayan sakız ağaçlarıyla, cumartesi günleri kurulan antika pazarıyla, sizleri cumbalı konaklarda Türk kahvesi içmeye davet ediyor...
Antik Çağda adı "Agrilia" olan Alaçatı, Batı Anadolu tarihinde "İonia" diye adlandırılan, İzmir'in güneyinden başlayıp Menderes Irmağına kadar uzanan bölgenin tam merkezinde yer alır. Heredot Tarihi'nin birinci kitabında İonia hakkında şöyle yazar: "İonlar kentlerini bizim yeryüzünde bildiğimiz en güzel gökyüzü altında ve en güzel iklimde kurmuşlardır.

Ne daha kuzeydeki bölgeler, ne de daha güneyde kalanlar İonia ile bir tutulabilir, hatta ne doğusu, ne batısı; kimisi soğuk ve ıslak, kimisi sıcak ve kurak olur." İon kentleri Akdeniz'deki kolonilerin de kurulmaya başlamasıyla M.Ö.7. yüzyılda altın çağlarını yaşamışlardır. Bu dönemde 12 şehirden oluşan İon Birliği özellikle bilim, felsefe, heykeltıraşlık ve mimaride dünyaya yol göstermiştir. Sonraları Roma döneminde de parlak günler devam etmiş, Hristiyanlığın yayılmasında ve Bizans sanatının doğuşunda etken olmuşlardır.


Yunan mitolojisine göre rüzgâr tanrısının yaşadığı yer olarak bilinen Alaçatı, sadece İzmir’den değil Bodrum’dan kaçan mütevazı ruhların da sakin sığınağı. Son birkaç yıldır açılan süslü ve bohem mekânlar sayesinde, eğlenceyi zevke dönüştürmekte mahir olanların da, kendilerini ait hissedebildikleri bir sosyal buluşma alanı aynı zamanda. Ya sörf meraklılarına ne demeli? Merkezi, modern mimari dokunuşlarla tarihin estetikle buluştuğu bir mükemmellik abidesi; sahili ise rüzgârla denizde dans edenlerin, dalgalarla savrulanların vazgeçilmez adresi. Sörfçüler açısından dünyanın yedi önemli parkurundan biri sayılan Alaçatı, ilginç coğrafyasının yanında, mimarisi, yel değirmenleri, yetiştirdiği ürünleri, butik otelleri, bakir plajları ve kolay ulaşımıyla da Çeşme’yi gölgede bırakacak özelliklere sahip.


Begonvillerin, sarılarak tül perde gibi örttüğü taş evleri, küçük dükkânları, avlusu mozaikten kahvesi ve sürprizlere açılan daracık sokaklarıyla Alaçatı, yalınlık ve serinlik duygusunu aşılıyor insana ilk bakışta.
Alaçatı’ya inerken etraftaki sakız ağaçları dikkatinizi çekecek. Ege bölgesine gelen turistlerin giriş kapısı olan Çeşme’nin bir özelliği de hemen karşısındaki Sakız Adası’na gözle görülecek kadar yakın olması. Altı bin yıl önce ilk kez Çeşme’de bulunan sakız ağaçları, azalmakla birlikte verimliliğini hâlâ koruyor. Sakız üretiminin yapıldığı özel bahçeleri ziyaret etmenizi öneririz. Alaçatı’da, 1873’den beri hizmet sunan Sakızlar Restaurant’ın bahçesinde, araştırma konusu olmuş 117 tane sakız ağacı var. Bahçede gezinirken ağaçlardan damlayan sakızların mayhoş tadına da bakabilirsiniz. Reçel, muhallebi, sütlaç, dondurma, likör gibi yiyecek ve içecek ürünlerinin yanı sıra kuduz, yılan sokmaları, mide, akciğer ve bağırsak rahatsızlıklarına karşı çeşitli ilaçların yapımında da faydalanılıyor sakızdan.

1990'larda ilk rüzgar sörfü tutkunları geldi limana. 2000'li yıllarda da taş ev meraklıları. 2001 yılında ilk küçük otel açıldı. Yalnızca 3-4 yıl içinde İzmir Çeşme'ye bağlı olan Alaçatı, Türkiye'nin en gözde tatil yörelerinden biri haline geldi.

Bozulmadan korunmuş, neredeyse en genci 100 yaşında olan taş evler birer birer onarıldı, küçük oteller ve restoranlar açıldı. Alaçatı zamanla öyle güzel bir belde oldu ki, kentsel sit alanı ilan edildi, binaların korunmasına ve ancak geleneksel mimariye uygun olan otellerin yapılmasına izin verildi.

Alaçatı'nın bir diğer özelliği de, dünyanın en çok tercih edilen rüzgar sörfü merkezlerinden biri olması. Birçok uluslararası yarışmaya ev sahipliği yapan Alaçatı sahilleri, sığ olması sebebiyle de sörf öğrenmek isteyenlere oldukça elverişli bir plaj sunuyor. Yaz aylarında Türkiye'nin ve dünyanın dört bir yanından gelen misafirlerini ağırlayan Alaçatı otelleri, uluslararası yarışmalarda ise ünlü yarışmacılara kapılarını açıyor.

Akdeniz'in pırıl pırıl denizi, en sakin plajları Alaçatı'da bulunuyor. Sabah saatlerine kadar yüksek sesli müzik yayını yapılmasına, bar veya diskotek açılmasına izin verilmiyor. Kahvehanelerine dahi öyle özen gösteriliyor ki plastik sandalye yerine ahşap sandalyeler kullanılıyor. Hala parke taşıyla kaplı sokaklarda, Alaçatı otellerinin kelebek dolu bahçelerinden gelen klasik müzikler yükseliyor.

Arnavut kaldırımlı sokaklarda yer alan Alaçatı otellerinde, çivit mavisi panjurlar, mor begonviller odaları süslüyor. Eski Rum evlerinden restore edilmiş bu otellerin içine girdiğinizde buram buram bir tarih kokusu ve Ege misafirperverliği sizi karşılıyor.

Alaçatı otellerinde konaklıyorsanız eğer, erken uyanmalı ve güneşin ilk ışıklarını seyretmelisiniz. Begonvil çiçeğinin sarmaşıkları arasından bir tutam güneş düşecektir kahvaltı masanıza. Hele bir de Ege zeytini, dalından koparılmış domatesler, kekikle süslenmiş zeytinyağı ve taptaze peynirler sofranıza getirilince, keyfinizee keyif eklenecek. Kimi Alaçatı otellerinin bahçelerini ise mavi lavantalar, beyaz yaseminler, mor gelin duvakları süsleyecek. Bu bahçeli otellerde, taze limonatanızı yudumlamanın ve sakızlı kekinizi kelebeklerle paylaşmanın ayrıcalığına tanık olacaksınız.

Alaçatı otelleri, Arnavut kaldırımlı sokakları, restore edilmiş küçük otelleri, duvarları süsleyen mor begonvilleri ile deniz ve doğa tutkunlarını, büyüleyici atmosferiyle Alaçatı'ya davet ediyor.

RÜZGÂRLA DANS EDENLER

Şimdi sırada deniz var... Merkezden ayrılıp ilkbaharda sapsarı açan mimoza çiçekli yolu takip ederek, rüzgârın enerjiye dönüştüğü tepenin eteğindeki sörf merkezine ya da tam karşısındaki plaja gitmek tercihinize kalmış. Plaj boyunca hafif engebeli tepeleri aşarak pek çok sakin koy da keşfedebilirsiniz.
Alaçatı plajı yaklaşık 15 yıldır sörfçülerin uğrak yeri. Nisan-Kasım ayları arasında en yoğun dönemini yaşıyor. Bu denli tercih edilir olma nedeni ise sahilden yaklaşık 700 metre mesafeye kadar derinliği bir metreyi geçmeyen kum bir sahile sahip olması. Bu sayede yüzme bilmeyenler bile rüzgâr sörfü öğrenebiliyor. Bir diğer önemli özelliği de plajdaki tesisler sayesinde her türlü malzemenin ve ders alma imkânının bulunması.
Akşamı dilerseniz merkezdeki restore edilmiş cumbalı eski evlerin bahçesinde ya da içine yerleştirilmiş restoran ve kafelerde geçirebilir, dilerseniz Alaçatı’nın uzantısı Mersin Liman mevkiindeki çipura çiftliğine gidebilirsiniz. Her tür taze balık ve deniz ürününün bulunduğu bu mekânda, mevsiminde ise küçük körpe sakız enginarından yapılan çeşitlemeleri yemeyi de ihmal etmeyin.

Pencerelerinde hala sakız işi dantel perdelerin sallandığı, kat kat beyaz badanalı, aydınlık yüzlü taş evleriyle dolu Alaçatı sokaklarına gelişigüzel dalmalı, gezmeli, tozmalı, fotoğraflar çekmeli, ninelerle selamlaşmalı ve sonra gelip bir kahvesine çöküp, mavi gözlü bir Rumeli geçmişli dedesiyle sohbetlere dalmalısınız. Ve tüm bunları kaybolmuş bir gezgin gizemiyle veya sadece çocuksu bir merakla yapmalısınız.

Sekiz bin kişilik Alaçatı, kendine bağlı Germiyan, Ildırı ve Karaköy ile birlikte İzmir Çeşme'ye 8.km. uzaklıkta gizli bir güzellik yuvasıdır. Eskimiş tadıyla Alaçatı'nın dar ve Arnavut kaldırımlı sokakları ve ekâbir evleri tamamen Ege mimarisinin estetiğini yansıtır. Sade, yalın, beyaz ve taş ağırlıklı bir doku vardır burada... Hemen sokakların içine dalıp kaybolma isteği kabarır içinizde. Son birkaç yıldır İstanbullular'ın da gözdesi haline gelen ve eski taş evleri kapış kapış satılarak, restore ettirilen Alaçatı, bir tarih, dağ, deniz ve sörf cennetidir. Alaçatı'nın yüzlerce yıllık kimliği, içinize işleyen sımsıcak bir türkü gibidir. Hele, her ulustan ve yaştan sörfçülerin, rengârenk sörfleriyle bir çiçek bahçesine dönüştürdükleri Alaçatı koyu, yalnız Çeşme ve Ege'nin değil, ülkemizin görülmesi gereken başlıca ilginç yerleri arasına girmiştir.

SİT alanı çerçevesinde, koruma altına alınan Alaçatı, eski taş binaları, meydanı, çarşısı ile ilginç, gezip görülmeye değer bir beldedir. Alışveriş imkânı vardır, cumartesi günleri pazarı kurulur. Çeşme ve İzmir'e devamlı minibüs, otobüs servisi ile bağlıdır. Alaçatı'nın rüzgârı boldur, eksik olmaz. Körfez içinde denizi dalgalandırmadığı için, son yıllarda burası yerli ve bilhassa yabancı sörfçülerin mekân tuttuğu, pek rağbet ettiği bir yer haline gelmiştir. Limanın altındaki burunda onlara hizmet veren tesisler vardır. Rengârenk yelkenleri ile bilhassa sığ alan üzerinde, mekik dokur gibi oradan oraya uçarcasına giden, türlü gösteriler yapan sörfler hemen dikkatinizi çeker.

Alaçatı'yı evinize mi taşımak istiyorsunuz? Son yıllarda lavanta çiçeğinin merkezi konumuna gelen Alaçatı'dan mis kokulu lavantalar alıp, bu sakin havayı evinize taşıyabilirsiniz.

Alaçatı, cumartesi günleri inanılmaz kalabalıktır. Çünkü cumartesileri pazar kurulur. Her bakımdan üstün ve bol çeşitli pazara, çevre ilçelerden çok sayıda insan akın akın gelir, aynı gün antika pazarı kuruludur. Alaçatı'daki herkes çok marifetli. Takı satıcılarının bütün ürünleri ince bir zevki simgeliyor. Urla keteninden üretilmiş güzellikleri almasanız da görmüş olun. Sokak aralarında birçok yerde sanatçıların, ressamların hünerlerini sergileyip satış yaptıkları birçok dükkân var Alaçatı'da. Yine İstanbullular'ın ve yazlıkçıların yöreye akını sebebiyle, pek bir kalabalık vardır. Hepsi toplanınca, Alaçatı sokakları yürünmez olur. Alaçatı mahalle ve sokak isimleri, en az yüz yıllıktır. Hacı Memiş Mahallesi, Şeftali sokak, Nuriye sokak, Cemaliye sokak, Mehtap caddesi, İtidal sokağı gibi...

Alaçatı Körfezi kenarına dizilmiş olan gece kulüpleri de son yıllarda öne çıkmış, benzerleri ancak Avrupa - Akdeniz ülkelerinde olan plajlar ve eğlence yerleri yaratılmıştır. Çeşme ve Alaçatı'da, Ilıca, Altın Kum, Kafe Romo, Babylon, Aya Yorgi, Paşa Limanı, Pırlanta plajı olmak üzere 7 adet ünlü plaj bulunur. En yakın plaj ise Ilıca'dır.

Türkiye’nin en güzel küçük otelleri artık Alaçatı’da. Birçoğu 150 yıl öncesinden kalan taş evlerin restorasyonuyla oluşan bu otellerde eskiyle yeninin uyumu insanı büyülüyor adeta. İşletmeciliğe değen kadın eli sayesinde bu oteller, Alaçatı’nın yerel tatlarıyla donatılmış kahvaltı hizmeti sunuyor misafirlerine. Ev reçelleri, yalnızca Yarımada’da yetişen hurma zeytin, köy yumurtası ile unutulmaz kahvaltılar sunuluyor Alaçatı otellerinde.
Eğer bir gün yolunuz düşerse Alaçatı’ya, yaşınız kaç olursa olsun, yediden yetmişe her yaşta gence hizmet vermeye hazır sörf okullarına uğramadan geçmeyin. Çarşısında şöyle bir dolanırken sakızlı, limonlu dondurmasını, sakızlı muhallebisini yememezlik etmeyin. Kara fırınlarından köy ekmeğini, Cumartesi pazarından izmir tulumunu, liman ovası domatesini, beyaz soğanını tatmazsanız mutlaka pişman olacağınızı bilin. Aylardan Ekim, Kasım ise hurma zeytini sorun… Yalnızca Sakız Adası ve Çeşme – Alaçatı’da yetişen sakız ağaçları ile tanışın. Kendine has rüzgâr kokulu lavantasından hediye paketi yaptırın. Sokak aralarındaki bahçeli, taş otellerinde dinlenmenin, uyumanın keyfini yaşayın, dostlarınızla restoranlarında buluşup hoş vakit geçirin, cafelerinde çay, kahve yudumlayın. Alaçatı’da üretilen seramiklerden ısmarlayın…

Hacı Memiş Ağa’nın yolunu kesip, limanına sığınmasını sağlayan rüzgâr, Alaçatı’nın kötü talihini yenmişti 150 yıl önce... Sonrasında sakızını, bağını, zeytinini, lavantasını farklı kılan rüzgâr, şimdilerde Alaçatı ile dansına devam ediyor hâla… Sörfçüleri ile oynaşıyor, lavanta kokusunu yayıyor, hurma zeytinini olgunlaştırıyor. Ovalarında yetişen sebzesinin tadını farklı kılıyor. Rüzgâr değirmenlerinde elektrik üretiyor…
Mimari dokusu, çevresi, sosyal yapısı korunarak oluşturulan “korumacı turizm” ekonomiye hayat verirken, rüzgâr değirmenleri aracılığıyla elde edilen elektrik, enerji alanında sürdürülebilir ka
ynak yaratıyor. Sörf istasyonları rüzgâr sayesinde turizme önemli katkılar sağlıyor… Kim bilir belki Alaçatı, gelecekte huzur, dinginlik, yaşama keyfi veren bir “yavaş şehir” olarak çıkacak karşımıza…

İşte hem doğası, hem sörf için ideal rüzgârı, sıcakkanlı halkı, cumartesi pazarı, antika dükkânları, klasik müzik dinletileri hem de sosyalleşmek için gece hayatıyla en gözde tatil mekânı Alaçatı'da hayat böyle dolu dolu geçiyor.