Freitag, 17. Februar 2012

Türkiye`nin İnanç Turizmi Merkezleri

Gerek Ilk Çağ medeniyetlerinin Anadolu'da gelişmesi gerekse Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde Havarilerin, Orta Çağ'da ise Musevilerin bulundukları ülkelerde karşılaştıkları ağır baskı ve yok etme politikaları sonucu bu topraklara sığınmış olmaları Türklerin kendi dini olan Islamiyet'e ait eserlerin yanı sıra çok sayıda sinagog ve kilisenin de Anadolu'da yer almasına neden olmuştur.

Milletimizin Islami anlayış paralelinde derin saygı ve hoşgörü içerisinde günümüze kadar ulaşan bu eserler Türkiye'yi diğer ülkelerden daha avantajlı duruma getirmektedir. Insanların devamlı ikamet ettikleri, çalıştıkları ve günlük yaşantılarının dışında; dini inançlarını gerçekleştirmek ve inanç çekim merkezlerini görmek amacıyla yaptıkları turistik amaçlı gezilerin turizm olgusu içerisinde değerlendirilmesi Inanç Turizmi olarak tanımlanabilmektedir.
Örneğin


İstanbul. Müslümanlık açısından en önemli şehirlerden biridir. İstanbul, dini anlayış ve din sosyolojisi konusundaki çalışmalara ışık tutabilecek bir dünya merkezidir. En önemli kiliselerden biri olan ve günümüze kadar sağlam bir şekilde kalabilen Ayasofya Kilisesi ve Ortodoks dünyası için büyük öneme sahip olan Fener Patrikliği de İstanbul’da bulunmaktadır.

Konya. İnsanlık dostu, barış taraftarı ve büyük yol gösterici Mevlana’nın Türbesi Konya’dadır. Konya-Beyşehir’de bulunan Eşrefoğlu Camii, Anadolu’daki ahşap taşıyıcılara sahip camiilerin en büyüğü ve özgünüdür.

Edirne. Mimar Sinan’ın 80 yaşında inşa ettiği ve "Ustalık Eserim" dediği Selimiye Camii, Osmanlı-Türk Sanatı’nın ve dünya mimarlık tarihinin baş yapıtlarındandır. Üç Şerefeli Camii, II. Bayezıt Camii ve Eski Camii gibi daha birçok eserin bulunduğu Edirne de önemli dini merkezlerden biridir.

Bitlis-Ahlat Kümbetleri. Selçuklu Mimarisi’nin en seçkin örnekleri olan ve "kümbet" adı verilen anıt mezarlar, tarihten günümüze yansıyan görkemli yapılardır. Bunlardan Ulu Kümbet, Hüseyin Timur Kümbeti, Buğatay Aka Kümbeti, Hasan Padişah Kümbeti, Erzan Hatun Kümbeti, Emir Bayındır Kümbeti ve Keşiş Kümbeti önemli eserlerden birkaç tanesidir.

Kars-Menuçehr Camii. 1072 yılında Ani Emiri Menuçehr tarafından Ani’de yapılan cami, konumu ile dikkat çeker. Selçuklular’ın Anadolu’da inşa ettikleri ilk camiidir.

Bursa. Osmanlılar’ın ilk başkenti olması nedeniyle, İslami eserler bakımından çok zengindir. Yeşil Camii ve Türbesi, çok kubbeli camilerin en klasik ve abidevi örneği olan Ulu Camii, Muradiye ve Yıldırım Bayezıt Külliyeleri, Emir Sultan Camii gibi bir çok dini eser bulunmaktadır.

İznik. 19 kez gerçekleştirilen Konsil toplantılarının ilk sekizi Türkiye’de yapılmıştır. Özellikle Konsil toplantılarının geleneğinin oluşmasına neden olan 1. Toplantı ile 7. Toplantı, İznik’te bulunan Ayasofya ve Konsil Sarayı’nda yapılmıştır.

Şanlıurfa. Peygamberler şehri olarak bilinen Şanlıurfa; Balıklı Göl, Hz. İbrahim Peygamber’in doğduğu mağara, sabır timsali olarak bilinen Hz. Eyyüp Peygamber’in Makamı ve Türbesi, Şuayip Şehri gibi bir çok dini eserin birarada bulunduğu bir merkezdir.

Harran. Kutsal kitaplarda adı geçen Harran, İnanç Turizmi’nin Türkiye'deki odak noktalarından biridir. Kutsal kitaplarda yazılanlara göre İbrahim Peygamber, Şanlıurfa'dan güneye doğru göç ederken Harran'da konaklamıştır. İbrahim Peygamber’in babası Terah burada ölmüştür.

İçel-Tarsus. Hıristiyanlığı yaymak ve uluslararası bir din haline getirmek için büyük gayret gösteren St. Paul’un doğum yeri Tarsus olarak gösterilmektedir. Tarsus’ta St. Paul Kilisesi ve St. Paul Kuyusu bulunmaktadır. Ayrıca, İçel’de Meryemlik (Aya Tekla), Olba Mabet Kilisesi, Meryem Ana Kilisesi ve Alahan Manastırı gibi birçok eser bulunmaktadır.

Manisa-Thyatira Kilisesi (Akhisar Kilisesi). Bugün şehir içinde tuğla kalıntılarının bulunduğu yerin eskiden kilise olduğu anlaşılmaktadır. İncil’de adı geçen yedi kiliseden birisi olan bu kilisenin "Devamlı Kurban" ve "Sıkı Tutan" gibi anlamları vardır.

Philadelphia Kilisesi (Alaşehir Kilisesi). İncil’de adı geçen 7 kiliseden birisi olan bu kilisenin adı "Baki Kalan" ve "Benimle Yürü" anlamlarına gelmektedir.

Hatay-Antakya. Geleneksel inanca göre "Matta İncil"i Antakya’da yazılmıştır. İsa’ya inananlara göre ilk kez "Hıristiyan" adı Antakya’da verilmiştir. İnanışa göre Aziz Paulus, İncil’i putperestlere ilan etmek için Antakya’dan hareket ederek üç yolculuk yapmıştır. "Altın Ağızlı" lakabıyla tanınan Aziz Yuhanna’nın Antakyalı olarak bilinmesi, "Kutsal Kitap" okulunun burada bulunuşu ve dünyanın ilk kiliselerinden biri olan St. Pierre Kilisesi Antakya’nın dinsel önemini arttırmaktadır.

St. Pierre Anıt Müzesi. Dünyanın ilk kiliselerinden biridir. İsa’ya inananlar "Hıristiyan" adını ilk kez bu kilisede almıştır. 1963 yılında Papa 6. Paul tarafından hac yeri olarak ilan edilmiştir. Her yıl 29 Haziran’da Katolik Kilisesi’nce burada ayin düzenlenmektedir. Ayrıca, St. Simon Stilist Manastırı ve Aziz Paulus’un İncil’i ilan etmek için hareket ettiği Seleucia liman kalıntıları gibi eserler günümüze kadar ulaşmıştır.

İzmir-Selçuk Meryem Ana Evi. Selçuk’a 9 km. uzaklıkta, 420 m. yüksekliğindeki Bülbül Dağı üzerinde Hıristiyanlarca "Panaya Kapulu" olarak da adlandırılan ve kutsal olarak kabul edilen yerin M.S. 4.yüzyılda inşa edildiği sanılmaktadır. Meryem Ana’nın 101 yaşına kadar burada yaşadığına ve öldüğüne inanılmaktadır. Hıristiyanlığın yayılmasından sonra, buraya haç şeklinde bir kilise inşa edilmiştir. Papalık tarafından 1967 yılında Hıristiyanlığın kutsal bir yeri olarak da ilan edilen Meryem Ana Evi’nde, 15 Ağustos’u izleyen ilk Pazar günü ayin yapılmaktadır. Bundan başka; St. Jean Bazilikası (Hz. İsa’nın on iki havarisinden biri olan St. Jean’ın mezarı), Yedi Uyurlar, Yedi Kilise’den üçü (İzmir, Efes ve Bergama) gibi eserler de bulunmaktadır.

Nevşehir-Kapadokya. Kapadokya, St. Paul’un 30 senelik misyonerlik gezisinde uğrayarak ilk kilisenin kurulması için seçtiği yerlerden belki de en önemlisidir. Doğal yapısı, kayalara oyulmuş çok sayıda kiliseleri ve bu kiliseleri süsleyen duvar resimleri ile Türkiye’nin en fazla ilgi çeken yörelerinden biridir. Nevşehir’de özellikle Göreme Vadisi, Zelve, Çavuşin, Ortahisar, İbrahimpaşa, Mustafapaşa, Yeşilöz, ve Akçasaray’da olmak üzere Kaya Kiliselerinin sayısı 2.202’nin üzerindedir.

Derinkuyu Ortodoks Kilisesi. Batı giriş kapısı üzerindeki on satırlık kitabeden anlaşıldığına göre kilise, Aziz Thedoros Trion’a adanmıştır. Sultan Abdülmecit Dönemi’nde (1839-1861) Konya Metropoliti Neofitos’un teşviki ve "Malakpoi" halkının maddi destekleriyle, Haldiaslı baş mimar Kiriako Papadopoulus tarafından 1858 yılında inşa edilmiştir.

Isparta-Yalvaç. Yalvaç Antiocheia Antik Kenti’nde bulunan St. Paul Kilisesi de, ilk Hıristiyan Kiliselerinden biridir. Aziz Paul, Roma vatandaşı olma hakkını elde ettikten sonra Saul ve Hananya tarafından vaftiz edilmiştir.

St. Paul Aziz Barnabas ile birlikte M.S. 46 yılında kente gelerek buradaki sinagogda ilk resmi vaazını vermiştir. Daha sonra bu sinagog üzerine St. Paul Kilisesi inşa edilmiştir.

Antalya. İncil'de adı geçen ve Aziz Paul’un ziyaret ettiği yerler arasında gösterilir.

Antalya-Demre. Hıristiyan aleminin Noel Babası olarak bilinen Aziz Nicolaus’un psikoposluk yaptığı yer olarak bilinmektedir. Aziz Nicolaus Demre’de yaşamış ve burada ölmüş ve sonra anısına 6. yüzyılda bir kilise inşa edilmiştir. Her yıl, 6 ve 8 Aralık tarihleri arasında Demre ve Kaş’ta Uluslararası Noel Baba Festivali düzenlenmesi geleneksel hale getirilmiştir.

Denizli-Laodikya (Goncalı) Kilisesi. Denizli’nin 6 km. kuzeyinde bulunan Laodikya Antik Kenti adını Helenistik Devir’de bölgeye egemen olan Seleukoslar Kralı II. Antiochos’un (M.Ö. 250) karısı Laodike’ye izafeten almaktadır. Laodikya, M.S. 5. yüzyılda Ecumenikal Konseyi’nin toplandığı önemli bir psikoposluk merkeziydi. Buna ek olarak, İncil’in son Bab’ının Vahiy bölümünde adı geçen 7 Kiliseler’den biri olarak da bilinmektedir.

Balıkesir-Ayvalık-Taksiharis ve Aya Nicola Kiliseleri. Tevrat ve İncil’den alınan dini konuların işlendiği fresklerle süslü olan kilise, Ortodoks Alemince kutsal sayılan yerlerden biri olarak ziyaret edilmektedir.

Bunlardan başka; Ankara-Hacı Bayram Camii ve Türbesi, Siirt-Veysel Karani ve İbrahim Hakkı Hz.’leri Türbesi, Sivas-Ulu Camii, Eskişehir-Yunus Emre Türbesi, Mardin-Dayr-ul Zaferan Manastırı, Erzurum-Çifte Minareli Medrese, Trabzon-Sumela Manastırı, Van-Akdamar Adası ve Çarpanak Kiliseleri, Karaman-Deyle, Derbe ve Binbir Kiliseler, Kars-Ani Harabeleri ve Ağrı Dağı gibi daha birçok eser dini açıdan önem taşımaktadır.

Donnerstag, 16. Februar 2012

Soğuk kış günlerinin sıcak lezzeti Boza....

Yüzyılların Lezzeti Boza

Darı, bulgur, pirinç, buğday ve arpa gibi tahılların kısaca su ile mayalanması sonucu ortaya çıkan ‘boza’, şimdi unutulmaya yüz tutmuş olsa da, özellikle Osmanlı döneminin en itibarlı içeceklerinden biriydi. Boza üretimi ve tüketimi ülkemizde hâlâ devam ederken, tarihte tüketildiği coğrafyalarda bugün neredeyse hiç üretilmiyor.

Tarımsal yaşama geçen insanlık ürettiği tahılları depolarda ve kilerlerde muhafaza ediyordu. Fakat tahılların doğru koşullarda muhafaza edilmemesinden dolayı çimlenmesi ve bu çimlenmiş tahıllarla üretilen yemeklerin soğuduktan sonra mayalanması, büyük olasılıkla bozanın ilk çıkış noktasını oluşturur. Bozayla ilgili diğer bir teori de ekmek mayalanması esnasında da ortaya çıktığına yönelik.

Tarımsal yaşama geçen insanlık ürettiği tahılları depolarda ve kilerlerde muhafaza ediyordu. Fakat tahılların doğru koşullarda muhafaza edilmemesinden dolayı çimlenmesi ve bu çimlenmiş tahıllarla üretilen yemeklerin soğuduktan sonra mayalanması, büyük olasılıkla bozanın ilk çıkış noktasını oluşturur. Bozayla ilgili diğer bir teori de ekmek mayalanması esnasında da ortaya çıktığına yönelik.


BOZACILARIN İTİBARI
Kimi tarihçilere göre 8–9 bin yıllık bir geçmişi olduğu söylenen mayalanmış tahıl içecekleri Çin’den Kafkasya’ya, Orta Doğu, Anadolu, Doğu Avrupa’ya kadar birçok coğrafyada farklı isimlerle keyifle tüketilmekteydi. Osmanlı İmparatorluğu’nun en gözde içeceği olan bozanın satıldığı ve içildiği dükkânlara ‘bozahane’ adı verilirdi.


BOZAYA EŞLİK EDENLER
Osmanlı döneminde seyyar bozacılar, bozanın yanında simit veya gevrek satıyorlardı. Boza, o zamanlar tarçının yanı sıra zencefil, kakule, karanfil, Hindistan cevizi, bal ve pekmez eşliğinde içiliyordu. Günümüzde ise sadece tarçın ile tüketiliyor.

Seyyar bozacılar, 15 – 20 yıl öncesine kadar soğuk gecelerde, sokak sokak avazı çıktığı kadar bağırarak manilerle boza satarlardı. Fakat giderek ahşap konakların yerini alan yüksek ve ısıcamlı pencerelerle donatılmış binalara manilerini ulaştıramayan seyyar bozacılar kayboldu. 300 bozahane sayısı bugün belki 3’e düştü. Fakat binlerce yıllık bu içecek mutfak kültürümüzde yaşıyor.

Belki de artık sadece içecek olarak tüketmek değil, bozadan yeni tatlar da üretmek gerekli. Bu nedenle yetenekli bir aşçı olan Savaş Aydemir’in boza tatlısını sizler için tattık. Gerçekten muhteşem lezzetli bu tatlının tarifini sayfalarımızda bulabilirsiniz.

Asırlar boyu hayatımızda derinlemesine yer alan bozayı tek bir makalede anlatmak mümkün değil. Ahmet Nezihi Turan’ın hazırladığı ‘Acısıyla Tatlısıyla Boza’ adlı kitapta bozaya dair tüm bilgiler derinlemesine bulunuyor.

LEBLEBİ HELVASI
Malzemeler:
200 gr leblebi unu
200 gr tereyağı
200 gr toz seker
400 gr su

Yapılışı:
(Un helvası gibi yapılır) Bir kapta tereyağı eritilip leblebi unu kavrulur. 5–6 dakika kavrulduktan sonra şeker ve su ilave edilir. Bir kaç dakika pişirildikten sonra hazır olur.



BOZA TATLISI
Malzemeler:
Boza köpüğü, 500 gr boza, 100 gr krema

Yapılışı:
Boza ve krema önce çukur bir kabın içinde 5-10 dk. kadar çırpılarak inceltilir. Ardından içi boş küçük bir metal tüpe ya da temiz bir kâğıttan elde edebileceğiniz külâh biçimindeki aparata sıvı kıvamındaki malzeme alınır. Çukursu bir kurabiyenin ya da fırınlanmış şekerli hamurun üzerinde gezdirilen malzeme, isteğe göre ahududu ya da çikolata sos ile lezzetlendirilir.

Sivas’ın zengin lezzetleri

Sivas’ın zengin lezzetleri

Binlerce yıl önceye dayanan geleneksel bir derinliği olan Sivas mutfağı, doğada kendiliğinden yetişen otları bakımından da hayli zengin...

Dünyada olduğu gibi ülkemizde de gastronomiye olan ilgi gün geçtikçe artıyor. Bu ilgi sayesinde, sektörün profesyonellerinden, resmi devlet kurumlarından ve bireysel çalışmalardan Türk mutfak dünyasına önemli katkılar sağlanıyor. Bireysel çalışmalar, dergi ve gazetelerde yayımlanan yazılar, bilimsel konferanslara sunulan bildiriler, televizyonlardaki yemek programları ve yayımlanan kaliteli yemek kitapları şeklinde oluyor.
İşte Müjgan Üçer’in Sivas mutfağının tüm sosyolojik ve felsefi boyutlarının ışığında hazırlamış olduğu ‘Anamın Aşı, Tandırın Başı’ adlı kitabı da muhteşem bir eser olmuş. Kitapta, bölgesel bir mutfağın binlerce yıl önceye dayanan geleneksel derinliği anlatılırken, yemek kültürünün Anadolu medeniyetini nasıl etkilediği de gözler önüne seriliyor. Sivas, Hititler, Frigler, Lidyalılar, Romalılar, Selçuklular ve Osmanlılara ev sahipliği yapmış. Meşhur İpek Yolu üzerinde bulunan Sivas, sınırları içindeki zengin tuz yataklarıyla da yıllarca Anadolu’nun tuz deposu olmuş. Sivas’ta 16. ve 17. yüzyıllarda tam 20 adet büyük tuzlanın faaliyet halinde olduğu biliniyor. Tarihte tuz o kadar değerli ve az bulunan bir maddeydi ki, tarihi İpek Yolu’nun güzergâhı, hep tuz kaynaklarının bulunduğu yerler göz önüne alınarak düzenleniyordu. Yusuf Has Hacip, ünlü Kutadgu Bilig adlı kitabında yöneticilere öğüt verirken, cömert ve sofralarının herkese açık olmalarını söylüyor ve ardından “tuz, ekmek yedir” diyor. Sivas’ın stratejik bir bölge olmasının diğer önemli sebebi ise buradaki zengin su kaynakları. Halk bu su kaynaklarını özelliklerine göre isimlendirip kendi kültürüne katmış. Ayrıca, çayın Sivaslıların yaşamına çok sonradan girmesine rağmen, çay ile ilgili deyişler, hatta ilahiler yazılmış olması da çok ilginç. Müjgan Üçer’in Sivaslı kadınlardan derlemiş olduğu ‘Çay İlahisi’nde, çay mecazi olarak cennet şarabına, semaverin yanışı da dervişlerin gönül ateşine benzetiliyor ki, aslında bir aşıklar şehri olan Sivas için bu şairane benzetmeler çok uygun düşüyor.

İLLE DE MADIMAK
Sivas mutfağı doğada kendiliğinden yetişen otlar bakımından çok zengin bir mutfak. Baharla birlikte başta ünlü madımak olmak üzere, evelik, ebegümeci, ısırgan, gelin parmağı, sarmaşık, yemlik, livik, tellice gibi lezzetli otlardan çok çeşitli ve zevkli yemekler yapılıyor. Bunlar çok seviliyor. Hatta gök gürlemeden önce bu otların yedi çeşidinden hazırlanan yemeği yiyenlerin o yıl hiç hastalanmayacaklarına inanılıyor. Bu otların içinde madımağın farklı bir yeri var. Anadolu’nun birçok yerinde bilinmesine rağmen, madımak Sivas’ın mutfak kültüründe adeta bir efsane olmuş. Madımak, zorlu geçen ağır bir kıştan sonra baharın müjdeleyicisi olarak ortaya çıkıyor. Halk hekimliğinde birçok derde deva olduğu söylenen madımağın toplanması ve hazırlanması da oldukça zor ve iyi bir madımak yemeği yapmak ustalık gerektiriyor.
Müjgan Üçer’in kitabında birçok felsefi öğe kullanılmış. Bunlardan en ilginci, baca ve leylek pilavı. Eski evlerin damları toprak olurmuş ve baca diye adlandırılırmış. Bahar yağmurlarından sonra evlerin damındaki bu toprakta çeşitli otlar yeşerir ve kimin bacası çok otlu ve güzel ise o bacada pilav pişirilirmiş. Leylek pilavı ise, leyleklerin geldiği güne denk getirilirmiş ve bolca pişirilen bu pilav nedeniyle özellikle çocuklar adeta bir bayram yaşarlarmış.
Sivas mutfak kültürünü derinlemesine araştıran ve yazan Müjgan Üçer’e dünya mutfak kültürüne kazandırdığı bu eserden dolayı şükranlarımızi sunarım.

Foça

Sirenler sustu, foklar konuşuyor!

Yüzyıllar önce, bir kuşun bedenine ve bir kadının başına sahip Sirenler'in büyülü müziğiyle aklı başından giden gemiciler, yollarını şaşırıp kendilerini Siren kayalarında bulmuşlar. Eşsiz güzellikteki Siren kayalıkları, koruma altındaki fok balıkları, antik kalıntıları, tapınakları, çok sayıda kuş türü ve taze balıklarıyla, biz de kendimizi Foça'da bulduk!..

Mitolojide kuş vücutlu, kadın başlı ve yaptıkları büyülü müziğin güzelliğiyle ünlü yaratıklar olan Sirenler'in burada yaşadığı ve gemicilere yollarını şaşırtıp, bu kayalıklara çarpmalarına neden olduklarına inanılırmış. 12 Ion kentinden biri olan Foça'da yaşayanlar, M.Ö. 6. yüzyılda Fransa'nın güneyinde Marsilya kentini kurmuşlar. Tarihi, mimari dokusu, damak zevkine düşkün olanları mutlu kılan lezzetleri, tertemiz havası ve renkli sokakları ile her mevsim ziyaret edilebilecek özellikte. Güvenli, küçük, şirin aynı zamanda da balıkçılık ve turizmin odak noktası, tam bir huzur sığınağı...Foça, Eylül ve Ekim aylarında bir başka güzellik kazanıyor. Ege denizi üzerinden gelip sahile vuran ılık ve deniz kokulu rüzgâra karışan ızgara balık ve rakı kokusu, restoranları karşı konulmaz çekim alanına dönüştürürken; gün batımında yeri göğü kırmızıya boyayan güneş ışınlarının etkisi en çok Siren kayalıklarında anlam kazanıyor. Gezi sayfalarının takipçileri, kayalara ve yüzey şekillerine olan tutkumu fark etmişlerdir. Bu konuda hayret uyandıracak birçok yer var. Ama önce Foça ve Siren kayalıkları...Arkeolojik, doğal ve mimari değerlerin bir bütün olarak yer aldığı Foça, sahip olduğu değerlerin korunarak gelecek kuşaklara aktarılmasını sağlamak amacıyla, 1990 yılında özel çevre koruma bölgesi ilan edilmiş. 1991'de, Akdeniz Foku Türkiye Ulusal Komitesi tarafından pilot bölge seçilmiş. Haziran 1993'ten beri proje ekibi tarafından yapılan araştırmalarda, fokların yaşamak için Foça adalarını seçtiği belirlenmiş. Fokların yanı sıra bazı kuş cinsleri için de Foça adaları önemli yer tutar hale gelmişse de, yasalar Foça ve çevresini kuşatan yazlıklara pek mani olamamış.

65 km uzaklıktaki İzmir iline bağlı 28 ilçeden biri olan Foça, Menemen ile Çandarlı körfezi arasında yer alıyor. Üç yönden deniz havası alan yöre balıklarıyla da ün kazanmış. Foça önlerinde yer alan altı ıssız ada içinde, şüphesiz görsel özelliği olanların başında Siren kayalarının bulunduğu Orak adası geliyor. İncir adası ise 15 dakikalık uzaklıkta İngiliz burnu karşısında Foça çıkışındaki ilk ada ve tek antik kalıntıya sahip. Mezar, mum yerleri, su dinlendirme süzme kanalları, mağara, Kybele kabartma ve tapınak kalıntısı olan adada, küçük bir çamlık da bulunuyor. Diğerleri Kartdere, Fener, Hayırsız, Metelik ada ile bazı adalar grubundan oluşuyor. Genellikle çalılık, bodur, maki türü bitkiler ve kır çiçekleriyle kaplı adalarda tepeli karabataklar, gümüş martı, sumru gibi çeşitli kuş türleri yuvalanıyor. Foça'da limandan düzenlenen ve eski Foça'yı yeni Foça'ya bağlayan yol üzerindeki plajları, koyları gün batımıyla daha da güzelleşen adaları, günübirlik tekne turlarına katılarak doyasıya yaşama imkanı bulunuyor.

Dünya üzerinde toplam sayıları 350-400'ü bulan foklara, Türkiye, Yunanistan ve kuzeybatı Afrika sahillerinde rastlanıyor. Neslinin tükenme tehlikesi bulunan ve 12 memeli türünden biri olan foklar, Türkiye'de Foça adalarını mesken edinmişler. Aslanburnu ile Deveboynu burnu arasında kalan adaların 2 mil uzağına kadar olan bölge, Akdeniz foku koruma alanı ilan edilmiş. Latince adı "Monochus Monochus" olup,sakinliği seven Akdeniz foklarının karaya çıkma ihtiyacı duymaları ve yaşadıkları ortamda insanlardan rahatsız olmaları nedeniyle; fokların görüldüğü Siren kayalıkları ve Orak adasına 100 m'den fazla yaklaşmak yasaklanmış. Gün içinde 100-110 km yol alabilecek kadar iyi bir yüzücü olan fokların 2 yıl öncesine kadar kışın Foça limanı sahiline kadar geldiğine şahit olan Foçalılar, şimdi onları turistik eşya dükkânlarında satılan fok resimli kupa, bardak ve tişörtlerde görebiliyorlar.

Eski Foça, antik dönemde "Phokaia" adını taşıyormuş. Körfez adalarının fok balıklarına benzemesi, bu adın alınmasına neden olmuş. Ayrıca Arkaik dönem Phokaia sikkelerinde fok balığının bulunması, kentin adını bu balıktan aldığını doğrulamış. Atinalı önderlerin idaresinde gelen Phokaialılar, Kyme halkı tarafından izin verilen yerde ilk yerleşim bölgesini kurmuşlar. Denizcilikleri ile ünlü Phokaialılar, büyük gövdeli yük gemileri yerine, yüksek hızlara ulaşabilen 50 kürekli tekneleri kullanmışlar. Cenevizliler, Phokaia'yı 1275'te düğün çeyizi olarak Bizans İmparatoru Michael Palcologue'den alıp onararak, yanına bir dış kale inşa etmişler. Phokaia 14. yüzyıl boyunca Türk beyliklerinden Çakabey'in, sonraları da Saruhanoğulları Beyliği'nin yönetiminde kalmış. 1455'te Fatih Sultan Mehmet Phokaia'yı alıp Osmanlı topraklarına katmış. Kanuni Sultan Süleyman döneminde üs olarak kullanılan Foça, 1867'de Manisa eyaletine bağlanmış. 1919'da kısa dönem Yunanlılar'ın işgaline maruz kalmış. 1922'de Kurtuluş Savaşı sırasında da Türk topraklarının içinde yer almış.

Foça mezar anıtı:
İlçe merkezinin 7 km doğusunda yer alıyor. Taş ev-taş kule yapısında olan anıt mezar, büyük bir kaya kütlesinin oyulmasıyla oluşmuş. İki katlı olan anıtta, mezar odası alt katta bulunuyor. Pers egemenliğinde, M.Ö. 546-334 yılları arasında yapılan anıt mezarda, günümüz arkeologlarınca kazı çalışmalarına devam ediliyor. Dış kale: 1678 yılında inşa edilen kale, günümüzde kısmen bütünlüğünü koruyor ve Pitoneks bir görünüm içinde Türk hamamı kalıntılarına sahip. Kybele açık hava tapınağı: M.Ö. 580 yıllarında yapıldığı sanılan ve deniz kıyısında bulunan kutsal alanın yaslandığı kayalık üzerindeki sur duvarları dört ayrı dönemi gösterirken, tanrıça Kybele'nin heykel ve kabartmalarının nişler içinde bulunduğu var sayılıyor. Sur ve Beşkapılar: Ortaçağ'dan kalma şehrin etrafını çevreleyen surların en iyi korunmuş bölümleri, yarımada üzerindeki Bizans, Ceneviz ve Osmanlı dönemlerine ait onarımlar. Kısmen tahrip olmuş mangallı ve kuleli surla, yan yana dizili beş kapı bulunan bölümler görülebiliyor. Ağalar konağı, Şeytan hamamı, Fatih Camii, Osmanlı mezarlığı, Hafız Süleyman mescidi, tiyatro, mozaik ve arkaik duvar ise diğer gezilecek yerler arasında bulunuyor.

Sahil boyunca yapılan yürüyüşler, kısa etaplı fayton gezileri, cafe ve lokallerde atılan yorgunluklar, adalara, koylara yapılan günübirlik tekneturları ve restoranlarda çekilen balık ziyafetleri, Ege'ye karşı içilen serin içecekler, günbatımı seyirleri, Foça içinde ve çevresinde yapılan foto safariler, antik kent gezileri, Foça çarşısında, pazarında yapılan keyifli alışverişler... Foça'da gün böyle geçiyor. Ancak burada hatırlatmam gereken önemli bir nokta var: İnanışa göre, Foça'da var olan ama kesin yeri belli olmayan bir "Karataş" varmış. Bu taşın üzerinden bir kez geçen, ne yapar eder Foça'ya yeniden gelirmiş. Bence yukarıda belirttiğim ve fotoğraflarını da çektiğim güzergâh üzerinde bir yerde, bir taşın olduğu kesin! Çünkü Foça'ya kaçıncı kez geldiğimi ben bile bilmiyorum.

Orak Adası Siren Kalaylıkları başlangıcında yer alan koyda yüzenlere, doğa ilginç yapısı ile görsel güzellikler sunuyor.

Foça'da gezilecek Yerler
Taş Ev, Dış Kale, Ağalar Konağı, Şeytan Hamamı, Siren Kayalıkları, Kybele Açık Hava Tapınağı, Surlar ve Beşkapılar, Fatih Camii, Osmanlı Mezarlığı, Hafız Süleyman Mescidi, Tiyatro, Mozaik Arkaik Duvar.



NASIL GİDİLİR?
İstanbul'dan Çanakkale-İzmir sahil yoluyla ya da Bursa-Manisa üzerinden İzmir'e giderek Foça'ya ulaşabilirsiniz.
Her iki yönden gidildiğinde de, Foca'ya iki giriş bulunuyor.
Foça-İstanbul arası 630 km. İzmir gelişinde 40. km'den girip 26 km sonra Foça'ya ulaşılıyor.
İlçe içinde çeşitli otoparklara araç bırakabilirsiniz.
Foça-yeni Foça arası, 22 km'lik manzarası güzel bir yola sahip.
Foça-Bergama arası ise 56 km.
Aliağa çevresi rafineriye yakınlığı nedeniyle en ekonomik fiyata yakıt alabileceğiniz yer.
Antik kentlere meraklı olanlar için Foça yakınlarında yer alan Bergama'da Akslepion ve Dünyanın en dik tiyatrosuna sahip Akropol gezi alanları, müze ve kent içi bir çok görmeye değer eser barındırıyor.

NE YENİR?
Foça, balıkların doğal yolla beslenebilmeleri için, kayalık ve geniş bir meralık sahil kesimine sahip. Bu nedenle tekirle trol çamur barbunu haricinde üçüncü bir çeşit olan ve ağ ile yakalanan derin su balığı iri kaya barbunu da, 12 ay boyunca Foça'da bulunabiliyor. Akdeniz'e oranla daha az tuzlu serin su balıkları, diğer bölgelere göre lezzet farkına sahip. Foça balık halindeki tezgahlardan balık seçip temizleterek almak ise başlı başına bir keyif. Liman içinde omuz omuza uzanan restoranlar; ahtapot salatası, kalamar tava, tuzda pişmiş sinarit, nar pekmezli sosuyla ızgara mırmır, saragoz, çipuralar, buğulama levrek, midyeli karidesli börekler, balık tavalar, şişler, güveçler, limonlu sarmısaklı roka salatası, nar ekşili kaşık salatası, deniz börülcesi, zeytinyağlılar, yoğurtlu semizotu gibi mezelerle, Ege sofra kültürü ve Ayvalık'la yarışıyorlar.
Foça'da kurulan cumartesi pazarında yöresel ürünleri de taze olarak bulmak mümkün. Turpotu, radika, dikenli sarmaşık, kabak çiçeği, börülce en çok ilgi görenlerden birkaçı. Foça-İzmir yolunda seyahat edenleri kır lokantaları, Menemen yönüne gidenleri yoğurt satıcıları, yolu Kırkağaç'tan geçenleri ise kavuncular bekliyor.

Foça da bulunan ve deniz ürünleri üzerine çalışan restoranların mönülerine bir göz atacak olursak birbirinden farklı lezzetler ve Ege sofra kültüründe Ayvalık'a rakip damak zevkleri ile karşılaşıyoruz işte sihirlitur.com okurlarına bunlardan bir kaçı.

Karides Tava
Ayıklanmış çiğ karidesler tavaya konuyor, tereyağ, pul biber ilave edip 5 dakika pişiriliyor, arzu edilirse çintilmiş diri sarımsakla beraber tabağa sulu sulu konarak servis ediliyor.

Karides Böreği
Karidesler temizlendikten sonra, hafif kavrulmuş soğan ve kıyılmış dereotu malzemesi içine karıştırılıyor, bir miktar safran konuyor. Bu karışım, yufka içine muska böreği şeklinde sarılıp, yağda kızartılıyor.

Midye Sarma
Ayıklanmış çiğ midyeler yufkaya diziliyor rendelenmiş kaşar, doğranmış mantar, dövülmüş sarımsak ile hazırlanan malzeme ile beraber sarılan yufka börek şeklini alıyor. Yufkaya yumurta sürülerek ızgarada çevriliyor, tereyağ sürülüp servise sunuluyor.

Şişte Karides
Bir karides bir mantar şişe diziliyor.Izgarada pişiriliyor, çıkarıldıktan sonra üzerine zeytinyağı, dövülmüş sarımsakla hazırlanan sos dökülüp servis edilirken limon sıkılıp yeniyor.

Acılı Izgara Balık
Çipura yavrusu (Lidaki) veya mırmır balığı seçiliyor. Tuz, sarımsak, pul biber havanda birlikte dövülüp, ölçek olarak her balık için bir kaşık has zeytinyağı ilave ediliyor. Bu karışım içine temizlenen balıklar yatırılıp her tarafına bu sos sürülüyor, bir saat bekletiliyor. Daha sonra kesinlikle kömür ateşi ızgarada, hafif ateşte ağır ağır pişiriliyor. Balıkların içinin iyice pişip etin bel kemiğinden kolayca ayrılabilmesi için yavaş pişirim gerekiyor. Bunun içinde ateşin yakma özelliğini azaltmak amacıyla kor üzerine biraz kum veya kül serpiliyor. Balıklar temizlenirken etine tatlı su değmiyor, lezzetinin kaçmaması renginin beyaza dönmemesi için deniz suyunda yıkanması tercih ediliyor.

Ahtapot Güveç
4 kişilik olarak hazırlanan güveç için çiğ ahtapotlar önce dövülüp soyuluyor, sonra doğranıyor ve bir çömlek içine konuyor. İçine bir litre su, bir çay bardağı sirke, bir limon doğranıyor, beraberce haşlanıyor ve ahtapot suyunu çekiyor. Ahtapot üzerine sebze olarak biber, domates, soğan, sarımsak iri olarak doğranıp yarım saat daha pişiriliyor. Maydanoz serpilip 10 dakika daha ateşte bekletiliyor, rende kaşarla servis ediliyor.

Tuzda Balık
İri balıkların seçildiği tuzda balık pişiriminde, balık etrafına iri cins tuz ve suyla beraber karıştırılarak hazırlanmış hamur sürülüp fırında pişiriliyor. Kendi suyu ile fırınlanan balık, çevresinde ısının etkisiyle kaskatı olan kalıp üzerine maytaplar yakılarak masaya getiriliyor. Balığı yanmaktan koruyan tuz kalıp kırılarak, içindeki kendi suyu ile pişmiş balık servis ediliyor.
Bir çok balık sofrasında meze çeşitleri arasında Ege'nin ünlü deniz börülcesi de tercih ediliyor. 10 dakika süre ile haşlanmış, besleyici değeri yüksek olması için fazla kaynatılmayan börülceler üzerine has zeytinyağı, limon, sarımsakla hazırlanan sos dökülüyor, soya sosu ile tatlandırılıyor.

Eski Foça'nın maket kadar güzel ve küçük koyu, akşam olunca hem restoranların dışarı taşan masaları ile daha bir aydınlanıyor, hem de koyun sahilinde yürüyüşe çıkanlarla hareketleniyor.
Her iki yakada omuz omuza vermiş restoranlardan yoğun olarak yükselen ızgara balık kokularına karışan rakı kokularına yosun kokusu ve parfüm kokusu da ilave oluyor.
Durgun koya vuran ışık yansımaları karşısında geceyi aydınlatan başka sebeplerde oluyor. Eğer Anneler, Babalar günü türünden bir gün kutlanıcaksa restoranın servis şefi havai fişekleri patlatıp konuklardan günün şerefine alkış istiyor. Rekabetin karşı sahile yansıması geçikmiyor. Bu defa bir başka restoran maytapları yakıyor.
Hızlı servisi, saygılı servis elemanları, leziz mezeleri, taze balıkları ile Deniz Balık restoran konukların taktirini kazanıyor.
Deniz Restoran: Aşıklar Yolu Caddesi Zorlu Bedesteni Z1-2
Tel no: 0(232) 812 20 39

NEREDE KALINIR?
Foça'da birbirinden şirin pansiyonlar ve konforlu tesisler bulunuyor. İncir adasında çadır kurma imkanı da var. Sıcak ortamı, manzaralı terası ve limana yakınlığıyla tercih edilen Karaçam Oteli, 1881 yılında yapılmış ve Foça'nın en eski binası, günümüzde apart olarak çalışıyor.

Fokai Pansiyon - 0(232) 812 17 65

Oğuz Pansiyon - 0(232) 812 17 06

İyon Pansiyon - 0(232) 812 14 15

Zeki Pansiyon - 0(232) 812 21 60

Huzur Pansiyon - 0(232) 812 12 03
11212 03

Gümüşlük’te Balık Keyfi.....

Balık, günbatımı ve eğer meraklıysanız
tarihiyle de ilgi çekici bir belde...
Bodrum’a gelenlerin yakınlarına, tanıdıklarına mutlaka sordukları “Balık nerede yenir?” sorusunun tek cevabı vardır genel olarak: Gümüşlük’te. Balıkla özdeşleşmiş bir yer Gümüşlük.

Henüz köy halinden kurtulmamış, nispeten korunmuş bir belde. Arabanızı park edip sahile indiğinizde deniz kıyısında sıra sıra dizilmiş restoranlar ve kalabalık sizi şaşırtacaktır. Müzik çalınmaz restoranlarda ama insanların konuşmasından doğan bir uğultu gezer etrafta.

Akşamüzerleri bir cümbüştür günbatımı ve mutlaka bu günbatımı izlenmelidir. Daha da iyisi gündüzden gelip size hizmet eden bir restoran, kafeterya veya bar önünde orta çakıllı plajda denize girip sonrasında da balık sofrasına kurulmak yapılabilecek en güzel şeylerden biridir Gümüşlük’te.

Balıkla özdeşleşmiştir ama aslında Gümüşlük Beldesi yarımadanın üzerindeki en eski yerleşim yerlerinden birisidir. M.Ö. 4.yy.da Karya hükümdarı Mausolos büyük yeniliklere girişmiş, güçlü ve bayındır bir başkent olarak yeniden düzenlediği Halikarnassos’a yeterince kentli nüfus sağlamak için yarımadadaki Leleg kentlerindeki halkı Halikarnassos’a göçmek zorunda bırakmıştı.

Ancak Myndos ve Syangela’nın halklarını biraz değişik yerlerde Hellen örneğine göre kurdurduğu yeni kentlere yerleştirmiştir. İşte Gümüşlük, Mausolos tarafından kurulan bu yeni Myndos’un harabelerinin olduğu yerdedir. Bugüne ne yazıkki önemli eserler kalmamıştır. Gümüşlük’te hemen karşınıza çıkan Tavşan Ada’sının kıyılarında denizin içinde bile kalıntılara kolayca rastlanabilen bu belde SİT alanı ilan edilmiştir.

Gümüşlük hâlâ eski Bodrum'a has yapısını koruyabilen ender bir yer. Çünkü burada yapılaşmaya izin verilmiyor.
Günümüzde özellikle yerli turistler tarafından iyi bilinen balık lokantalarının olduğu bir yerdir. İrili ufaklı pek çok pansiyon otel ve restoran vardır. Dizboyu suda yürüyerek Tavşan Adası’na gitmek, kayaların arasında güneşlenerek denize dalmak mümkündür.

Gusta Restaurant bu yıl açılan, civardaki lokantalara kıyasla biraz daha şık ve farklı bir konseptle müşterilerini ağırlayan bir yer.
Bazı otel, pansiyon ve lokantanın çatı katlarındaki teraslardan görülen dinlendirici manzara ve güneşin batışı olağanüstüdür. Restoranlardaki yiyeceklerin kalitesi şaşılacak derecede iyidir. Dönüşte yörede pek azı çalışır durumda olan yel değirmenleri keyifle seyredilebilir.
gumusluk
Akvaryum Restoran, İlknur ve Cengiz Özbaşaran çiftinin olanca titizlik ve ihtimamla işlettikleri balık lokantası. Gümüşlük yalısına indiğinizde ilk karşılaşacağınız yerlerden birisi.

Büyülü bir koy. Sessiz, sakin, huzurlu… Kendinizi dinleyebileceğiniz, dinlenebileceğiniz ve belki de bir daha geri dönmek istemeyeceğiniz doğal bir liman. Dolunayda denizin gümüş rengine büründüğü, balıkları da denizi gibi gümüşten olan bir diyar… Gümüşlük.

Bodrumun en bakir kalmış yerlerinden biridir Gümüşlük; minik köy evleri, mandalina bahçeleri, balık restoranları ve manzarasıyla sizi kendisine âşık eden bir masal kentidir. Bu masal kentinde yapmanız gereken en önemli şey ise kendinizi bırakmaktır; berrak deniz sularına, dalga seslerine, yosun kokularına, gün batımının alacalı renklerine.

Koyun karşısındaki adaya denizin içinden yürüyerek gitmek, akşamları sahilde sıralanmış restoranlardan birinde oturup, güneşin batışını izlemek ayrı bir zevktir burada. Ve tabii bir de Gümüşlük’ün gümüş gibi balıklarının tadına varmak…

Gümüşlük’te gurme keyfi

Sıra sıra dizilmiş balık restoranlarında enfes balıkların, mezelerin tadına varmak Gümüşlük’ün olmazsa olmazlarından. Favasıyla, deniz börülcesiyle, zengin salatalarıyla tam bir Ege mutfağıyla karşı karşıyasınız bu küçük koyda. Rakı-balık keyfini doyasıya yaşayabileceğiniz Gümüşlük’te, şarabı da es geçmemek gerek. Güneşi, yıllanmış şarabınızı yudumlarken batırmak apayrı bir keyif burada.

Gümüşlük’teki restoranların birçoğu tat ve hizmet konusunda gerçekten çok iyi. Yaklaşık 15 tane restoranın bulunduğu bu yerde, sunulan meze ve balık çeşitleri genelde aynı. İşletmeleri birbirinden ayıransa jestleri ve sunumları. Restoranlarda balıklar her daim taze, manzaraysa hep aynı güzellikte. Burada kendinizi bir film karesindeymişsiniz gibi hissedebilirsiniz. Üstünüzde yıldızlar, kulağınızda dalga ve kadeh sesleri, tabağınızda Ege’nin en taze balıkları, karşınızda sevdikleriniz.

Gümüşlük’te balık yiyebileceğiniz adreslerden bazıları:

Aquarium Balık Restaurant

Akvaryum Restoran; Gümüşlük’ün hemen girişinde, köşede sizi karşılayacaktır. Cengiz Bey ve eşinin işlettiği Akvaryum; yemeklerinin lezzeti, temizliği ve nazik personeliyle dikkatleri hemen üzerine çekiyor.

Çok kaliteli bir şarap koleksiyonuna sahip bu yerde, Kav şaraplarını denemeden geçmeyin. Yemek sonrası çikolatalı sufle isteyecekseniz önceden sipariş vermeniz gerekiyor. Suflenin yanı sıra Gaziantep’ten özel olarak getirilen “İmam Çağdaş” baklavalarını da bu mekânda tatma imkânına sahip olabilirsiniz.

Adres: Gümüşlük Sahili, Tavşan Adası karşısı, Gümüşlük, Bodrum
Tel: 0252 394 36 82
Web site: www.aquariumgumusluk.com

Mimoza Restaurant

Saklı kalmışlığıyla ön plana çıkan Mimoza, limanın sonundaki taş iskelenin hemen yanında bulunur. Farklı bir dekorasyona sahip bu mekânda; sizi denizde yüzen çiçekler, suda yanan mumlar, hasır tavanda yer alan rengârenk kabak lambalar karşılayacak. Tüm bunların yanı sıra denize sıfır masalarda keyfini süreceğiniz meze ve balıklar, hem sizi hem de ruhunuzu doyuracak. Özel badem ezmesinin ve özel kahvenin tadına bakmadan buradan ayrılmamalısınız.

Adres: Gümüşlük Yalı Mevkii, Gümüşlük, Bodrum
Tel: 0252 394 31 39
Web site: www.mimozagumusluk.com

Balıkçı Ali Rıza’nın yeri

Balıkçı Ali Rıza’nın yeri, Gümüşlük’ün en eski restoranlarından biri. 1976’dan bu yana hizmet vermekte olan bu mekânda 35 çeşit sıcak ve soğuk meze sunuluyor. Mutfaktaki malzemelerin hepsi Gümüşlük köyünden sağlanıyor. Ali Rıza’nın yerine gelip de restoranın özel yemeklerinden tatmamak olmaz tabii. Tuzda balık, kabak çiçeği dolması, yaprak sarma ve Palanga Böreği mutlaka denemeniz gerekenler arasında.

Adres: Gümüşlük Yalısı Sağdan İkinci, Gümüşlük, Bodrum
Tel: 0252 394 30 47
Web site: www.balikcialirizaninyeri.com

Gümüş Kafe Balık
1988’den beri açık olan Gümüş Kafe’de; Türk, İtalyan ve Fransız mutfaklarından seçme yemekler ve deniz ürünleri sunuluyor. Mekânda genellikle caz müziği çalınıyor. Bodrum’un en eski taş binalarından biri olan Gümüş Kafe’de, taş fırında zeytin odunu ile pişirilmiş aromalı güveçler tadabilirsiniz.

Adres: Gümüşlük Yalı Mevkii, Gümüşlük, Bodrum
Tel: 0252 394 42 34
Web site: www.gumuscafe.com

Başka ne yapmalı?

Gümüşlük, eski adıyla Mindos kentinde yapacaklarınız, balık yemekle sınırlı değil tabii. Koyun karşısında kalan Tavşan Adası ziyaret edilmesi gereken yerler arasında. Bir zamanlar tavşanların yaşadığı bu adada fotoğraf çektirebilir, Kayra döneminden kalan antik kalıntıları da inceleyebilirsiniz.

Konaklama

Gümüşlük’te konaklama için birçok alternatif mevcut. Küçük oteller, apartoteller, pansiyon ya da kiralık yazlıklar şeklinde beklentinize göre kalacağınız yeri ayarlayabilirsiniz. Ancak sabahları kalkar kalmaz gözlerinizin denizle buluşmasını istiyorsanız tercihinizi pansiyonlardan yana kullanmanız daha doğru olacaktır. Böylece öğlenleri pansiyonun bahçesindeki zeytinlerden yapılmış olan zeytinyağlı yemekleri yiyebilir, akşamları da Yalı’daki balık restoranlarında Ege mutfağının tadına varabilirsiniz.

Peki, bu balıkçı köyüne nasıl gideceksiniz?

Gümüşlük, Milas Bodrum Havaalanı’na 60 km, Bodrum'a 25 km, Turgutreis'e ise 7 km uzaklıkta. Bodrum şehirler arası otobüs terminalinden kalkan minibüslerle buraya varmak mümkün. Garajdan kalkan dolmuşlarla Gümüşlük’e gelmekse yaklaşık 50 dakika. Dolmu;ş önce Gümüşlük merkezde durur, köyde inecek yolcularını indirir ve yaklaşık 1 km uzaklıktaki Gümüşlük Yalı’ya doğru devam eder.

Eğer kendi aracınızla gidecekseniz, Dereköy yolu üzerinden Bodrum'dan yaklaşık 40 dakika sürecek bir yolculuğa kendinizi hazırlayın.

Gümüşlük’e vardıktan sonra geldiğiniz yolu unutmak isteyeceksiniz; geri dönmek hiç
içinizden gelmeyecek. Kristal berraklığındaki denizi, Tavşan Adası’nı, sahildeki balık restoranlarıyla bu küçük ve bakir balıkçı köyünü arkanızda bırakmak hiç de kolay olmayacak.

Bodrum ;Mazı

Bodrum'un yanıbaşında, Bodrum gürültüsünden ve kalabalığından uzak Mazı ;

Bodrum'a 20 kilometre uzaklıkta bakir bir cennet, sessiz güzel Mazı... Dünyanın en hareketli tatil beldelerinden Bodrum'un yanıbaşında dingin bir atmosfer. Kafa dinleyip enerji depolamayı hedefleyenleri bekliyor. Tepelerdeki zeytin ve çam ağaçlarının arasından süzülerek gelen hoşrüzgarlar eşliğinde, Gökova Körfezi'nin billur gibi suyuna girmeyi kim istemez?

Bir zamanlar Bodrum'a yakın olan Kadıkalesi, Türkbükü, Yalıkavak, Turgutreis, Gümüşlük'ün sakinliğinde yaşayıp geceleri Bodrum'a inip çılgın saatler yaşamak mümkündü. Ancak zaman içinde Bodrum geceleri genişleyerek artık bu saydığımız yerleri de içine aldı.

O halde yeni yerler keşfetmek lazım. Bilen zaten biliyor ama biz bilmeyenlere biraz anlatalım Mazı'yı. Mazı aşağı ve yukarı Mazı olmak üzere iki yerleşim yeri. Köyün büyüklerinden öğrendik ki yukarı Mazı tarihte korsan saldırılarından korunmak için tepelere kurulmuş. Bu yüzden yukarı Mazı'yı denizden görmek mümkün değil.

Aşağı Mazı ise eşsiz uzun sahiliyle, serin havasıyla, balık lokantaları, pansiyonlarıyla, zeytin ve binlerce anıt ağacıyla tam bir saklı cennet.

Saklı cennetin koylarını gezelim beraberce. Ilgın, Sedef, Kargılı, Feslikan, Yalıkoyu, Akarca, Çatal, Çamlık ve Şeytan deresi ve harabelerin bulunduğu Kisebükü, birbirinden enfes koylar.

Pırıl pırıl bakir kumsallarda, mandalina, zeytin ağaçları ve mor zakkum çiçeklerinin gölgesinde denize girmenin tadına doyamayacaksınız.

Mazı'nın bir başka özelliği ise köyün balıkçılarıyla beraberce sabah ava çıkmak. Balık geçiş yollarına bir gün önceden serpilen ağları toplamak anlatılmaz bir keyif. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte denize açılan balıkçıların herhangi birinin teknesine atlayıp bu keyfi yaşamanız mümkün. Bu bir gelenek Mazı'da. Orada herkes balıkçı. Tabii ki misafirler de...

NASIL GİDİLİR?

Mazı'ya Bodrum içinden, Mazı'nın İnceyalı ve Hurma sahilinden de Bodrum'a karşılıklı her saat başı minibüs var. Ayrıca Milas'tan da Mazı'ya minibüsler kalkıyor. Bodrum'dan kendi aracıyla gitmek isteyenler ise Mazı'ya ulaşmak için Güvercinlik'ten Mumcular yoluna sapmalı. Çam ve zeytin ağaçlarıyla çevrili virajlı ama tehlikesiz yolları aştıktan sonra, önce Yeniköy, ardından da Yukarı Mazı köylerini geçerek aşağı Mazı köyüne ulaşılıyor. Mumcular yol ayrımıyla aşağı Mazı tam 20 kilometre, saat olarak ise yaklaşık 30 dakika. Aşağı Mazı köyünden İnceyalı sahiline ise 2 km'lik bol virajlı asfalt yoldan iniliyor.

NE ALINIR?

Köy halkının erkekleri balıkçılıkla kadınları da halıcılıkla uğraşıyor. Her evde ünlü Milas halılarını dokunduğu tezgahlar var. Birinci elden ve uygun fiyatla halı alınabiliyor. Biz sorduk, belki size de bir fikir olabilir diye yazıyorum. 4 metrekarelik bir halı 600 ile 800 YTL arasında değişiyor. Yünler kazanlarda kök boyayla boyanıyor. Her biri genç kızların el emeği göz nuruyla dokunuyor. Hiçbirinin bir başka benzerini bulamazsınız. Ayrıca dilerseniz avans vererek istediğiniz boy, renk ve desende halı siparişi de verebilirsiniz.

NE YENİR?

Tabii ki başta deniz ürünlerini tavsiye ediyoruz. Mevsimine ve denizin durumuna göre değişse de ahtapot olmadan sofraya oturulmuyor. Önce soda, ardından da süt içinde bekletilerek yumuşatılıp lezzet katılan sübye mutlaka yemelisiniz. Bulursanız tabii ki sokkan, akya, mercan, lagos... Ama barbun, karabida da kaçırılmaz lezzette. Hele tadını özlediğimiz mis kokulu has domates çok güzel. Ağaçtan kopartılan limonla, köyün ürettiği zeytinyağının karıştırıldığı salata benim için en güzel olan şeydi.

NEREDE KALINIR?

Mazı'da otel yok. Köy evlerinden bazıları pansiyon haline dönüştürülmüş. Hepsi tertemiz odalara, banyolara sahip. Oda fiyatları ise kahvaltı ve akşam yemeği dahil günlük 30 milyon. Yani üç kişilik bir aile günde 30 milyona kalabilir Mazı'da. Tabii ki ekstralar hariç. İşte bazı pansiyonlar: Hurma sahilinde bulunan Muhterem Akkaş'a ait Akkaş Pansiyon (0 252 339 20 95 - 0532 6567391 ), İnceyalı sahilinde Mehmet Taş'a ait Taş Pansiyon (0 252 339 20 89), Hacer ve Mustafa Dündar'a ait Sahil Pansiyon.( 0252 339 21 31-339 21 47 ) Bu arada isteyen sahilde çadır da kurabilir.

Avanos

ELLERİN TOPRAKLA, RÜZGARIN KAYALARLA DANSI


Avanos, Kapadokya’nın gizemli bölgelerinden birini oluşturur. Malum, Kapadokya, milattan önce 4 bin yılına kadar uzanan tarihiyle, bu topraklarda Hıristiyanlık dininin oluşum merkezi olması, olağanüstü doğa harikası peribacaları ve yer altı şehirleriyle ünlü.

1967 yılında İtalyanların Topaklı Höyüğü’nde yaptıkları kazılardan elde edilen bulgulara göre; Avanos’un tarihinin Etiler’e kadar uzandığı sö
ylenmekte. Hititler, Medler, Frigler, Asurlular, Persler, Keltler, Kapadokya Krallığı, Bizanslılar, Selçuklular ve Osmanlılar çeşitli sürelerle Avanos tarihinin değişik evrelerinde yer almışlar. Pek çok tarihçiye göre, Avanos’un ismi Hititler döneminde Zuwinasa, Asurlular döneminde Nenansa, Bizanslılar döneminde Venessa’dır. Avanos kelimesinin ne anlama geldiği konusunda çeşitli iddialar söz konusu. Selçuklular döneminde Avanos ismine kaynaklık eden “Evenuz” kelimesinin ayrıştırılmasında “Evani”, kap, mutfakta kullanılan kaplar, kacaklar, mutfak eşyaları anlamına gelmektedir. “Evenüz” de çanak, çömlek yapan bir yer olduğuna göre “Evani-öz, Even-öz”, yani kap yapan, çanak çömlek yapan kasaba anlamına gelmekte. Avanos1888′de ilçe olan Avanos, Nevşehir’e bağlı, Kızılırmak’ın iki yanına yerleşmiş 12 bin nüfuslu turistik bir ilçe. Pek çok film ve hikayeye konu olan Kızılırmak, ilçeyi doğudan batıya tam ortadan ikiye ayırır. Hititler döneminde ismi “Marassantia”, Bizans döneminde ise, “Halys” olan ırmak, Avanos’un iki yakasını, ikisi çevre yolu, biri taş, diğeri asma olan dört köprü ile birbirine bağlar. Taş köprü ve Türkiye’nin ikinci asma köprüsü olan Tahta Köprü görülmeye değer. Kızılırmak’ın kuzeyinde yer alan bölüm, Avanos’un eski yerleşiminin olduğu, çarşı ve hükümet binalarının bulunduğu kısım. Diğer taraf, daha çok ikamet amaçlı yerleşimin hakim olduğu bölümü oluşturuyor.

Eski bölgedeki yapıların çoğu, üst üste geçmiş bir görüntü verir. Kisir taşı kullanılarak yapılmış bu eski bölgedeki evlerin birindeki bir odaya kazma vurulsa, oradan başka bir evin odasına ulaşılır. Büyük çoğunluğu 100-150 yıllık bir geçmişe sahip bu evlerin ön cephelerinde taş işçiliği dikkat çekici.
Avanos, Kapadokya’nın el sanatları merkezi gibi. Ekonomi, özellikle son yıllarda turizme dayalı bir şekilde yürümekte. Çanakçılık ve halıcılık turizmin temelini oluşturuyor. Özellikle çanakçılık, Avanos turizmine hayat verir.
Hititlere kadar uzanan geçmişiyle bir ata mesleği. Şu an Avanos’ta, çoğunluğu geleneksel yöntemlerle çalışan 50 civarında işlik bulunmakta, bu işliklerde 150′si çanak ustası olmak üzere 250 kişi çalışıyor, bunların yakınları da hesaba katıldığında, bugün yaklaşık 1500 kişi fiilen bu sektörden geçinmekte.
Avanos turizmindeki bir önemli sektör de, halıcılık. Bunun dışında, son yıllarda yaygınlaşan “ev şarapçılığı” da, Avanos turizminde giderek önemli bir paya sahip olacak gibi görünüyor.
Zengin bir yemek kültürüne sahip Avanos’un geleneksel yemeklerinin tadı da vazgeçilmez. Tarhana çorbası, ağ pakla (kuru fasulye), bağ pilavı, güveç, bazlama, hamursuz, çığıtma ve şimdilerde pek çok restoranda, konuklarına sunulan ve testi kebabı olarak anılan fırında çömlek eti, en vazgeçilmez lezzetlerinden.
Avanos’ta gezilecek çok yer var
Çanak atölyelerinin çoğunluğu şehir merkezinde. Her biri kayadan olma doğal mağaralardan oluşur. Yamanlı kilise, Avanos’un Yeni Mahalle Mevkii’nde bulunan eski bir kilise. 4. ve 6. yüzyıllar arasındaki Hıristiyanlık kültürünü temsil eden kilisenin içinde, çeşitli tarzlarda haç resimleri bulunuyor. Bazı özel günlerde, turistlerin talebi üzerine bu kilisede ibadet yapılabiliyor. Çeç Tepesi, Avanos’un 15 kilometre batısında, yüksek bir tepede yer alır. Bazen kovboy şapkasına, bazen huniye benzetilen Çeç, 300 metrelik bir alanda kurulu, yarı çapı 50, yüksekliği 30 metre olan bir tümülüs. Saruhan Kervansarayı, İpek yolu üzerinde ve Avanos’a beş kilometre mesafede bulunan, 13. yüzyıl Selçuklu eseri. Paşabağ, Avanos’un 3,5 kilometre uzağında ve Zelve yolu üzerinde. Şapka türü peribacaları burada bulunuyor.
Zelve, Paşabağ bölgesinin devamında ve yolun sonunda. 9-13. yüzyıllar arasında bölgedeki ilk Hıristiyanların ikamet merkezi. Yaklaşık 15 civarında kilisenin yer aldığı Zelve Vadisi’nde; Balıklı, Geyikli ve Üzümlü Kilise, vadinin en ünlü kiliseleri. Avanos’a bağlı Çavuşin, beş kilometre mesafede küçük bir köy.
Köyde; Çavuşin Kilisesi, Vaftizci Kilise ve Bizans İmparatoru Nicefor Fokas adına yapılan Güvercinlik Kilisesi var. Özkonak yer altı şehri: Avanos’un 13 kilometre uzaklıktaki Özkonak Kasabası’nda. Dört kattan oluşuyor, en alt katta da yeraltı şehrinin cezaevi bulunuyor.
Alaaddin Camisi, Selçuklu döneminin Avanos’taki ilk ve en önemli eseri. Avanos’un ilk yerleşimi olan Alaaddin Mahalle’sinde.
Bunların dışında, Avanos’un beş kilometre uzağında Deve Bağırtan Mevkii’nde ” kum sekisi ” olarak bilinen, girişi taşla kaplı tarihsel bir kalıntı var.
Avanos, hala geçmiş dönemlere ait pek çok yönü ve gizemiyle tarihin merkezi gibi. Kapadokya’nın önemli turistik noktaları Göreme, Ürgüp, Uçhisar, Ortahisar, Mustafapaşa’ya birkaç kilometre, Kaymaklı ve Derinkuyu Yeraltı Şehirleri’ne 30 dakika mesafede olup, buraları gezmek için de uygun bir hareket noktası durumunda.
İsmet İNCE

Sonntag, 15. Januar 2012

Karaburun

Karaburun

Beton yığını yazlık siteler, yeşilin unutulduğu deniz kenarları, kalabalık plajlar ve “beach club”lardan kaçanlardansanız, tatil beklentiniz doğayı yaşamak ve keşfetmek ise İzmir’in yanı başında keşfedilmemiş bir cennet olan Karaburun’u mutlaka görmelisiniz.

İzmir-Çeşme otoyolunun 55. km’sinden ayrılıp virajlarla ve muhteşem kıyı manzaralarıyla dolu bir yolu ta-kip ederek İzmir’den 130 km sonra Karaburun’a ulaşabilirsiniz. İzmir’in en küçük ilçesi olan Karaburun, belki de bu virajlı yolu sayesinde bozulmadan kala-bilmiş, yaz sezonunun en canlı dönemin-de bile tenha kalabilen bir doğa harikası. Açık denize bakması nedeniyle çevrenin en temiz denizine sahip Karaburun, ba-lıkçılık ve dalış turizmi konusunda önem-li potansiyeller barındırıyor. Karaburun Yarımadası’nın en kuzey ucunda yer alan Karaburun ilçe merkezindeki dört plajın ikisi mavi bayraklı. Karaburun Yarımada-sı 200’ün üzerinde kuş türü, Ada Martısı ve Akdeniz Foklarının yaşama ve üreme alanı. Kuzeyinde Midilli, batısında Sakız Adası, doğusunda Urla, güneyinde ise Çeşme’nin bulunduğu Karaburun, enge-beli bir arazi yapısına ve 1218 m yüksek-liğindeki Bozdağ yükseltisine sahip. İz-mir Körfezi’nin girişinde, körfezi kontrol eden önemli kilit noktalardan biri olan Karaburun Yarımadası’nda eski çağlar-dan bu yana yerleşim izlerine rastlamak mümkün.Mitolojide KaraburunKaraburun’un bilinen en eski adı “Mimas”, Yunan mitolojisinde sıklıkla geçmektedir. Ünlü şair Homeros burada doğmuş ve yaşamıştır. Homeros’un Oddysea’sında “Rüzgarlı Mimas Dağı” olarak geçen dağ, Karaburun Yarımadası’ndaki Bozdağ’dır. Mitolojiye göre dağın adı Zeus’u zorla-yan bir dev olan Mimas’tan gelmektedir. Zeus en sonunda bu devin üzerine eri-miş demir, çelik ve bakır dökerek etkisiz-leştirmiş, böylece Mimas Dağı oluşmuş-tur. Zeus’un kıskanç karısı Hera, çapkın kocasını gözetlemek için tuttuğu göz-cülerden biri olan İris’i Mimas Dağı’na göndermiştir. Bugünkü İris Gölü de adını buradan almıştır

Karaburun’a özel nergis çiçeği de mitolo-jide yer almaktadır. Sudaki kendi aksine aşık olan Narsisus en sonunda suya düşe-rek nergis çiçeğine dönüşür. Psikolojideki “narsizm” kelimesi buradan gelmektedir.Yarımada’nın TarihiMitolojide Mimas olarak anılan bu böl-ge, İyonya Dönemindeki haritalarda “Capo Calaberno (kaleberno)” olarak anılmaktaydı. Türk egemenliğine geç-tikten sonra “Ahırlı” olarak anılan yöre, Osmanlı Döneminde “Karaburun” adını almıştır. Karaburun kelimesi kaleberno-dan bozularak gelmiş olabilir. Türkçe’de “kara” sözcüğünün “kuzey” anlamında kullanılması da Karaburun adına etki et-miş olabilir. Karaburun’da yerleşimin ne zaman başladığı bilinmemekle birlikte, Çakmaktepe mevkiinde yapılan kazılar-da Kalkolitik döneme (MÖ 4000) ait ke-sici araçlar, taş el baltaları ve ilkel çanak-çömleklere rastlanmıştır. Bölgede MÖ 3000’li yıllardan itibaren Hititler varlık göstermiştir. Hititler’in ardından bölge-ye sırasıyla Yunanlılar, Persler, Romalılar ve Bizanslılar egemen olmuştur. Daha sonra Türklerin eline geçen Karaburun, 1919 yılında Yunanlılar tarafından işgal edilmiş, 1922 yılında ise işgalden kur-tulmuştur. Yunanlıların çekilmesiyle bir-likte yerli Rumlar da bölgeyi terketmek zorunda kalmışlar ve bunun sonucunda bölgede ekonomik ve toplumsal alanda büyük değişiklikler meydana gelmiştir. Bu tarihten sonra Yarımada’nın nüfusu oldukça azalmıştır. Günümüzde eski önemini yitirmiş olan bölgede engebeli coğrafya yüzünden tarih boyunca çok fazla yapılaşma olmadığından ve mev-cutların da depremlerle yıkılmasından dolayı tarihi eserlere rastlamak zordur.Hurma, Nergis ve EnginarTipik Akdeniz bitki örtüsüne sahip olan Karaburun Yarımadası, dalından koparılıp yenebilen “hurma zeytini”, mevsiminde bütün bir yarımadayı mis-ler gibi kokutan ve her yıl açan “nergis çiçekleri” ve karaciğere olan faydaları ile ün yapmış lezzetli ve etli enginarı ile meşhurdur. Orman açısından fakir olan Yarımada delice, kocayemiş, san-dal, menengiç, kermez meşesi, tespih, akçaağaç, sakız ve laden gibi bitkileri barındırır. Eskiden zeytinlikleri ve bağ-ları ile ünlü olan bölge, büyükşehirlere göçün sonucu olarak bu zenginlikleri-ni yavaş yavaş kaybetmiştir. Zeytincilik günümüzde de devam etmekte ve yöre halkının önemli gelir kaynaklarından birini oluşturmaktadır. Günümüzde Ya-rımada genelinde organik tarım bilinci yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Narenciye üretimi ve bağcılık da sürdü-rülmektedir. Yarımada, şifalı otlar açısından da oldukça önemli bir yere sahiptir. Burada, fitoterapik değeri olan yaklaşık 67 çeşit şifalı ot yetişmektedir. Sütleğen, yarpız, gelincik otu, kantaron otu, kapari, kekik, kenger, sığırotu, ada soğanı ve adaçayı bu tür bitkilere örnek olarak verilebilir.

Akdeniz Foku ve Ada Martısı Karaburun faunası itibariyle de çok zengindir. Gerek karada gerekse denizlerde çok değişik ve ender hayvan cinslerine rastlamak ola-sıdır. Yaban domuzu, tilki, sansar, su samuru, porsuk, tavşan, sincap, yırtıcı kuşlar (kartal, şahin, doğan...gibi), çok sayıda çeşitli böcek ve ke-lebekler, tatlı su kaplumbağaları ve yengeçleri, bukalemun, kertenkele ile de-ğişik av kanatlıları gibi çok geniş bir doğal yaşam yelpazesi vardır. Balık türleri dahil, yurdumuz sularında yaşayan hemen tüm deniz canlısı türlerini, Karaburun Yarıma-dası denizlerinde bulma şansı vardır. An-cak, Karaburun denince akla öncelikle kefal ve barbun gelir. Karaburun Yarımadası için tüm bu kara ve deniz canlıları son derece önemli bir zenginlik teşkil etmekteyse de, içlerinde en önemlileri şüphesiz ki tüm dünyada sayıları 500, yurdumuzda ise 100 civa-rında kalmış olan “Akdeniz Foku (Mo-nachus monachus)” ile yine nesli tüken-meye yüz tutmuş bulunan “Ada Martısı” dır. Yarımada kıyılarında çok sayıda fok mağarası mevcut olup, bunların bazıları foklar tarafından doğum amacıyla da kullanılmaktadır. Çok önemli ve yoğun çalışmalarla koruma altına alınarak, ne-sillerinin devamı konusunda iyileştirici önlemler alınan bu hayvanların varlığı, Yarımada’nın önemini bu açıdan da ar-tırmaktadır.Kopanisti Peyniri ve Karaburun BalıYarımada’nın dağlık olması nedeniyle hal-kın bir bölümü hayvancılıkla uğraşmakta, doğal ortamda yapılan bu uğraş birbirin-den lezzetli ürünleri ortaya çıkarmaktadır. Karaburun’a özel kopanisti peyniri, kelle peyniri, deri tulum peyniri ve höşmerim (sündürme)in yanı sıra özel aromalı Kara-burun Balı da meşhurdur.İzmir ve Foça ile kurulan feribot seferle-ri, belediyenin önderliğinde düzenlenen şenlik ve festivaller, organik tarım ve el sa-natları projesi, rüzgâr enerjisini kullanma-ya yönelik çalışmalar, yat limanı inşaatı, alternatif turizm olanaklarının artırılması çalışmaları ile Karaburun, yakın geleceğin önemli turizm merkezlerinden biri olma yolunda ilerlemektedir

Ayvalık

Ruhların dostu Ayvalık

Türkiye’nin Ege kıyılarındaki bu şirin belde nemi olmayan kuru havası, mavi ve yeşilin iç içe geçmesiyle oluşmuş şirin bir beldedir. Ayvalık denince akla bir çok şey gelmektedir, doğal ve kültürel mirasının yanı sıra tarihi dokusuyla da önemli bir merkez olan Ayvalık, günümüzde tatil ve turizm beldesi olarak anılıyor, yıllık yüz binlerce ziyaretçinin beldeye gelmesi bunun en büyük göstergesi olarak sayılıyor.

Ayvalık, etrafı onlarca adayla çevrili, insanın ruhunu okşayan muhteşem doğası ve lezzetli balıklarıyla popüleritesini yitirmeyen tatil beldelerinden.

Balıkesir’in bir ilçesi olan Ayvalık, İstanbul’a 520, Ankara’ya ise 675 km. uzaklıkta. Efes-Bergama-Truva transit yolu üzerinde bulunduğundan ulaşimı oldukça kolay olan Ayvalık’a vardığınızda ilk iş akşam üstü çikan meltemle beraber kendinizi çarsiya ve ara sokaklara atın. Capcanlı lokantalar ve meyhaneler arasında burnunuzu damla sakızının baskın kokusuna bıraktığınız an Ayvalık’ın en meşhur sakızlı dondurmacısının kapısında bulacaksınız kendinizi. Ara sokaklar ise kazdıkça derinleşen kuyu gibi; çok fazla ve çok güzeller. Ayvalık’ın merkezi, Edremit Körfezi’nde zeytinyağı kültürünün ve ticaretinin bölgeyi nasıl da zenginleştirdiğini gözler önüne seriyor.

Antik kaynaklarda Yunanca ayva ağacı anlamına gelen ‘Kydonia’ olarak geçen Ayvalık, Osmanlıların bölgeye yerleşmesi ve sebep oldukları kültür kaynaşmasından dolayı ‘Aibali’ olarak değişmiş ve modern kaynaklarda bu isimle geçiyor. Eskiden yörede bulunan ayva ağaçlarının çoklugu, doğal olarak bu adı almasına sebep olmuş. Osmanlı zamanında ağırlıklı olarak Rumların yaşadığı bir bölge olan Ayvalık’ta o yıllarda kurulmuş olan düzen göze çarpiyor. Sayısız okul, kilise, hastane, matbaa ve konsolosluklarla bir kültür ocağı haline gelmiş olan bölgeden yetişen birçok ünlü yazar, şair ve politikacı, 1821’deki Yunan ayaklanmasıyla bölgeden ayrılmak zorunda kalmış.

Denizi, zeytinlikleri, yemekleri, mimarisi, mübadele hikayeleri, kedisi, delisiyle ayrılmak istemeyeceğiniz şahane bir liman kasabası Ayvalık. Perşembe günleri Ayvalık’ın merkezinde kurulan pazarla daha güzelleşen kent yalnız civarın değil batılı gezginlerin, komşu ada Midilli’den gelen Yunanlıların da gözdesi. Sabah pazara gelen Midilli halkı zeytinden domatese, pastırmadan, lor tatlısına, baklavaya kadar torbalar dolusu mal götürür karşı yakaya. Pazar sokaklarında da duyabileceğiniz Rumca satıcı cümleleri sayesinde sizde birkaç kelime Rumca öğrenmiş olabilirsiniz gün sonunda.Özellikle Persembe pazarı 1970’li yıllardan beri kurulan körfezin en büyük pazarıdır. 4 bin metrekare alana yayılmış, 700 esnafın yer aldığı diğer pazarlara göre düzenli sayılabilecek şekilde yaygınlaşmış üç büyük bölümden oluşmaktadır.
Birinci bölüm Cumhuriyet meydanının arkasındaki sokaklara yayılmış giyecek, mefruşat, hediyelik eşya ve baharat yoğunluklu turistiklerin uğrak kısmı. Kudret narının tazesini, zeytinyağında hazırlanmışını alabilirsiniz. Harnup, üzüm pekmezi,nar ekşisi, arısütü, taze yaprak, yeni mahsül incir kurusu.
İkinci bölüm Vehbi bey mahallesinde küçük bir meydanda kuruluyor. Burhaniye, Edremit ilçelerinin köylerinden, dağ köylerinden özellikle Kozak yaylasının bütün köylerinden gelen saticıların yer aldığı kısım. Donuk siyah pardösüleri ile çoğunluğu oluşturan ve diğer satıcıların dağlı olarak adlandırdıkları Yörük kadınlardan oluşan köylüler bahçelerinin taptaze ürününü pazara indiriyorlar. Dolmalık fıstığın en alası bu pazarda.

Turp otu, koyu yeşil minicik Girit kabağı ve onunla pişirilen Stifno-İstifno, salatası yapılan susamotu, deniz fasulyesi, radika, semizotu, turşuluk kelekler, acurlar, biberin onlarca çeşidi, ısırgan otu, bağla otu, demetlerce deniz börülcesi…Istanbul’da küçücük bir demetini 2.5 ytl aldığımız börülcenin Ayvalık pazarında kocaman bir torba dolusu 2 ytl. Taptaze kabak çiçeklerini iç içe dizilmiş olarak alıp, İstanbul’a kadar özenle taşıdım. Dağlıların getirdiği otlardan biri de mühliye. Bu otun yolculuğu Kıbrıs’dan başlıyor, Girit, Midilli ve mübadele ile gelenlerle saksıda Ayvalık’a ulaşıyor. Ayvalık toprağını seviyor, günümüzde evlerin dışında çok pişirilmese de Kuzu etli Mühliye yemeğinin yeri Ayvalıklılar için apayrı. Papules Cunda da birkaç kişi tarafından susuz tarım ürünü olarak yetiştirildiğinden oldukça lezzetlidir. Boşnak fasulyesi denilen taze fasulyenin bir çeşidi yörenin düğün yemeklerinde pilavla servis ediliyor. Döğme tereyağı, doğal ortamda otlayan hayvanlardan elde edilen süt ürünleri (özellikle de kelle peyniri ve loru) burada bulabilirsiniz.

13. sokakta 1886 yılında yapılmış kahvede Koruk suyuna mevsiminde rastlarsanız mutlaka deneyin.
Üçüncü bölüm, Toptancılar hali içinde yer alan sebze-meyve pazarı, kuru gidaların, onlarca zeytin çeşidi, zeytinyağı, sabun, bal, baharat ve kuruyemişi bulabileceğiniz düzlük koskoca meydana yayılmış bölüm.Simitçi tezgahlarında satılan Nohut ekmeği mayalı olduğu için kolay bayatlamıyor. Dünyanın en nefis zeytinyağlarının üretildiği Ayvalık zeytinleri tadını kokusunu, yörenin coğrafi konumu, iklimi, kış aylarında esen karayel ve poyraz fırtınalarının olumlu rüzgarından alır diyorlar. Evinize uçakla dönüyorsanız hiç dert etmeyin, pazardaki ve kasabadaki tüm zeytinyağı üreticileri seçtiğiniz markayı kargo ile 2-3 günde Türkiye’nin heryerine gönderiyorlar. Yağı bardaktan tadarak seçiyorsunuz.Dolasmakla bitiremedigimiz Persembe pazarindan ayrilarak gezimize kaldigimiz yerden devam ediyoruz..

Cesitli kaynaklardan ,esnaftan ve tanidigimiz ,tanimadigimiz kisilerden elde ettigimiz bilgilerle yavas yavas gezmeye basliyoruz Ayvalık’ı .....Dar sokaklarda dolasirken ilk önce gözümüze carpan muazzam mimaride ki eski Rum evleri.Tarihe tanıklık etmiş olan bu evler kapılarından alınlıklarına, kapı tokmaklarından pencerelerine uzanan tahta ve taş işçiliği ile görülmeye değer. Şehrin merkezinde turistik olarak gezilecek çok yer yok aslında. Eski zeytin fabrikaları dışında camiye dönüştürülmüş birkaç kilise hariç tabii.

Bunlardan en önemlisi; İsmet Paşa mahallesinde bulunan eski Agia Gianni kilisesi, şimdiki adıyla Saatli Cami. 1800’lü yıllarda inşa edilen yapının adı, üzerindeki ihtişamlı saat yüzünden böyle konulmuş. Bundan başka Ayazma, Agia Nikolao, Kato Panagia, şimdiki adı Çinarli Cami olan Agia Iorgi bulunuyor.

Günbatımının yaklaştığı saatlerde, ününü duyduğumuz Şeytan Sofrası’na doğru yol alıyoruz. Adını, doğal etmenlerin oluşturduğu coğrafi şeklinden alan Şeytan Sofrası; Ayvalık’ı ve adalarını kuşbakışı izlemek için en ideal nokta. Günbatımı burada bir başka güzel. Toplanan kalabalığa eşlik edip bu eşsiz manzarayla gözlerimizi şenlendirirken, diğer yandan kafes içine alınmış ve bir dilek kuyusu muamelesi gören ‘şeytanın ayak izi’nin hikayesini dinliyoruz. Tanrı tarafından itaatsizliği yüzünden kovulan şeytan, kaçmak için attığı son adımlarının birini buraya, ötekini Midilli’ye bıraktıktan sonra dünyadan çikip gitmiş. Böylece oluşmuş şeytanın ayak izi, bir rivayete göre.

Sabah kahvaltısında Ayvalık’ın olmazsa olmazı zeytine doyduktan sonra, Ayvalık’a 7 km. uzaklıkta olup, Lale yarımadasına, Türkiye’nin ilk boğaz köprüsüyle bağlanan Cunda (Ali bey) Adası’na doğru yola koyuluyoruz. Zaten bir Ayvalık gezini, Cunda durağı ile taçlandırmak buraya gelenlerin vazgemilmez geleneği. Adanın birden fazla ismi var; Piri Reis’in 1513 yılında yazdığı ‘Kitab-ı Bahriye’sinde yöre adalarından Yunt Adaları olarak bahsedilmekteymiş. Piri Reis’in, adaların üzerinde başiboş gezen eşek ve atlardan esinlenerek bölgedeki adalara Yunt Adaları ismini vermiş olduğu tahmin ediliyor. 1862'de belediye olan Yunda için hazırlanan belediye mührünün etrafında Yunanca ‘Moshonisia Belediyesi’, ortasında ise Osmanlıca olarak ‘Daire-i Belediye Cezire-i Yunda’ yazmaktaymış. Daha sonraları mührün ortasındaki Osmanlıca yazının yanlış okunması sonucu ‘Cunda’ sözcüğü ortaya çikmis. Adanın Rumlar tarafından kullanılan adı, Rumca ‘kokulu ada’ anlamına gelen Moshinos.

Cunda ve Ayvalık; Yunan ordusu tarafından işgal edildiğinde, işgale Kaymakam Ali Bey karşi koymuş ve ilk kurşunu sıkmış. Bu nedenle Cumhuriyet döneminde adaya Alibey Adası ismi verilmiş. Burada ilk ziyaret ettiğimiz yer, Müslümanlar ve Hristiyanların ilk defa beraber yaşamaya başladıkları mahallede yer alan Taksiyarhis Kilisesi. 1873 yılında inşa edilen kilise; çevresindeki sokak dokusu ve neoklasik özellikleri ile taş evlerle mükemmel bir uyum oluşturuyor. Bir rivayete göre o dönemde dünyadaki bütün Ortodoks kiliselerinin zeytin, zeytinyağı ve sabun ihtiyacını karşilayan kilise, içteki mermer işçiliği, dini konuları içeren tavan süslemeleri, İsa’nın hayatını doğumundan ölümüne kadar anlatan resimleri, balık derisi üzerine yapılmış azize portreleri ile kentin halen bozulmamış, en dikkate değer eseri olma özelligini taşiyor. Adada bundan başka 7 manastır daha var. Bunlardan en önemlisi, adanın kuzey yönünde bulunan Patriça’daki, ‘Ayışığı’ anlamına gelen Ayios Dimitrios Ta Selina. Özgün yapısı ile dikkati çekiyor. Ayrıca İncil ve Tevrat’tan alınan dini konuların işlendiği fresklerle süslü Agia Nikola Kilisesi görmeye değer.

Sahilde bulunan Taş Kahve ise doyumsuz muhabbetlerin, kırk yıl hatırı olan kahvelerin tek adresi. Cunda Adası’nın enfes yemeklerini tatmak için menüye baktığınızda çesit çesit yemekler, salatalar, mezeler arasından bolca zeytinyağlı hardal otu, deniz börülcesi, sübye yumurtası, Ayvalık'a özgü papalina, enginarlı karides, karadiken, kalamar dolması, ahtapot, iskorpit buğulama göze çarpiyor. Deniz mahsulleri bol ve ucuz, Ege mutfağına özgü hindiba, turp otu, arapsaçı, istifno gibi otlardan yapılan yemek ve mezeler ise kesinlikle deneeli. Tatlı olarak ise sakızlı kurabiye, kavunun içine konulup servis edilen sakız dondurması iyi bir final. Bir de unutmadan lokma tabii ki. Lokma her yerde var ama Cunda’nın lokması bir başka.

Ayvalık'ta içkinin dozunu kaçıranların eskiden götürülüp bırakıldığı bir ada var: Tımarhane Adası. Aslında bir yarımada olan Tımarhane Adası’nın ucunda bir kilise var. Arkasında bir koridor bulunuyor. Yarımadanın uç kısmı çok rüzgâr alıyor. Uyarıcı uğultu sesi sarhoş olduğu için buraya bırakılanları kendilerine getiriyor. Ayılanlar da Ayvalık'a geri dönüyorlar.

Yumurta Ada, Tavuk Adası, Karaada, Çiplak Ada, Lale Adası gibi başka adalar da bulunan Ayvalık’ta sualtı net görüş mesafesi 20-25 metreye ulaştığından ve deniz altı zenginliklerinin fazla olmasından dolayı, adaların çevresi sualtı fotoğrafı çekmek için çok elverişli. Ayrıca Ayvalık’a 7 km. mesafede bulunan doğal kum plajı Sarımsaklı da, tatilcileri deniz ve güneşin keyfini çikarmaya davet ediyor.

Ayvalık’dan sakızlı, zeytinyağlı kurabiye, lor tatlısı ve Ayvalık tostunu yemeden dönmeyin.... Mutlaka 1942’den beri açık olan Yeni Güler Tatlıhanesi’ne uğrayın, yorgunluk atarken limonata eşliğinde bu lezzetlerden mahrum kalmayın.Bizden söylemesi..........

Alaçatı

Rüzgarın evinin oldugu yer..... Alaçatı

Çeşme’nin yanı başında ama kalabalıklardan ırak, bohem bir sığınak Alaçatı; aynı zamanda sörf meraklılarının birinci tercihi...yani rüzgarın evinin oldugu yer.......




Alaçatı, denizi titretmeden esen rüzgârıyla, dalından reçineler damlayan sakız ağaçlarıyla, cumartesi günleri kurulan antika pazarıyla, sizleri cumbalı konaklarda Türk kahvesi içmeye davet ediyor...
Antik Çağda adı "Agrilia" olan Alaçatı, Batı Anadolu tarihinde "İonia" diye adlandırılan, İzmir'in güneyinden başlayıp Menderes Irmağına kadar uzanan bölgenin tam merkezinde yer alır. Heredot Tarihi'nin birinci kitabında İonia hakkında şöyle yazar: "İonlar kentlerini bizim yeryüzünde bildiğimiz en güzel gökyüzü altında ve en güzel iklimde kurmuşlardır.

Ne daha kuzeydeki bölgeler, ne de daha güneyde kalanlar İonia ile bir tutulabilir, hatta ne doğusu, ne batısı; kimisi soğuk ve ıslak, kimisi sıcak ve kurak olur." İon kentleri Akdeniz'deki kolonilerin de kurulmaya başlamasıyla M.Ö.7. yüzyılda altın çağlarını yaşamışlardır. Bu dönemde 12 şehirden oluşan İon Birliği özellikle bilim, felsefe, heykeltıraşlık ve mimaride dünyaya yol göstermiştir. Sonraları Roma döneminde de parlak günler devam etmiş, Hristiyanlığın yayılmasında ve Bizans sanatının doğuşunda etken olmuşlardır.


Yunan mitolojisine göre rüzgâr tanrısının yaşadığı yer olarak bilinen Alaçatı, sadece İzmir’den değil Bodrum’dan kaçan mütevazı ruhların da sakin sığınağı. Son birkaç yıldır açılan süslü ve bohem mekânlar sayesinde, eğlenceyi zevke dönüştürmekte mahir olanların da, kendilerini ait hissedebildikleri bir sosyal buluşma alanı aynı zamanda. Ya sörf meraklılarına ne demeli? Merkezi, modern mimari dokunuşlarla tarihin estetikle buluştuğu bir mükemmellik abidesi; sahili ise rüzgârla denizde dans edenlerin, dalgalarla savrulanların vazgeçilmez adresi. Sörfçüler açısından dünyanın yedi önemli parkurundan biri sayılan Alaçatı, ilginç coğrafyasının yanında, mimarisi, yel değirmenleri, yetiştirdiği ürünleri, butik otelleri, bakir plajları ve kolay ulaşımıyla da Çeşme’yi gölgede bırakacak özelliklere sahip.


Begonvillerin, sarılarak tül perde gibi örttüğü taş evleri, küçük dükkânları, avlusu mozaikten kahvesi ve sürprizlere açılan daracık sokaklarıyla Alaçatı, yalınlık ve serinlik duygusunu aşılıyor insana ilk bakışta.
Alaçatı’ya inerken etraftaki sakız ağaçları dikkatinizi çekecek. Ege bölgesine gelen turistlerin giriş kapısı olan Çeşme’nin bir özelliği de hemen karşısındaki Sakız Adası’na gözle görülecek kadar yakın olması. Altı bin yıl önce ilk kez Çeşme’de bulunan sakız ağaçları, azalmakla birlikte verimliliğini hâlâ koruyor. Sakız üretiminin yapıldığı özel bahçeleri ziyaret etmenizi öneririz. Alaçatı’da, 1873’den beri hizmet sunan Sakızlar Restaurant’ın bahçesinde, araştırma konusu olmuş 117 tane sakız ağacı var. Bahçede gezinirken ağaçlardan damlayan sakızların mayhoş tadına da bakabilirsiniz. Reçel, muhallebi, sütlaç, dondurma, likör gibi yiyecek ve içecek ürünlerinin yanı sıra kuduz, yılan sokmaları, mide, akciğer ve bağırsak rahatsızlıklarına karşı çeşitli ilaçların yapımında da faydalanılıyor sakızdan.

1990'larda ilk rüzgar sörfü tutkunları geldi limana. 2000'li yıllarda da taş ev meraklıları. 2001 yılında ilk küçük otel açıldı. Yalnızca 3-4 yıl içinde İzmir Çeşme'ye bağlı olan Alaçatı, Türkiye'nin en gözde tatil yörelerinden biri haline geldi.

Bozulmadan korunmuş, neredeyse en genci 100 yaşında olan taş evler birer birer onarıldı, küçük oteller ve restoranlar açıldı. Alaçatı zamanla öyle güzel bir belde oldu ki, kentsel sit alanı ilan edildi, binaların korunmasına ve ancak geleneksel mimariye uygun olan otellerin yapılmasına izin verildi.

Alaçatı'nın bir diğer özelliği de, dünyanın en çok tercih edilen rüzgar sörfü merkezlerinden biri olması. Birçok uluslararası yarışmaya ev sahipliği yapan Alaçatı sahilleri, sığ olması sebebiyle de sörf öğrenmek isteyenlere oldukça elverişli bir plaj sunuyor. Yaz aylarında Türkiye'nin ve dünyanın dört bir yanından gelen misafirlerini ağırlayan Alaçatı otelleri, uluslararası yarışmalarda ise ünlü yarışmacılara kapılarını açıyor.

Akdeniz'in pırıl pırıl denizi, en sakin plajları Alaçatı'da bulunuyor. Sabah saatlerine kadar yüksek sesli müzik yayını yapılmasına, bar veya diskotek açılmasına izin verilmiyor. Kahvehanelerine dahi öyle özen gösteriliyor ki plastik sandalye yerine ahşap sandalyeler kullanılıyor. Hala parke taşıyla kaplı sokaklarda, Alaçatı otellerinin kelebek dolu bahçelerinden gelen klasik müzikler yükseliyor.

Arnavut kaldırımlı sokaklarda yer alan Alaçatı otellerinde, çivit mavisi panjurlar, mor begonviller odaları süslüyor. Eski Rum evlerinden restore edilmiş bu otellerin içine girdiğinizde buram buram bir tarih kokusu ve Ege misafirperverliği sizi karşılıyor.

Alaçatı otellerinde konaklıyorsanız eğer, erken uyanmalı ve güneşin ilk ışıklarını seyretmelisiniz. Begonvil çiçeğinin sarmaşıkları arasından bir tutam güneş düşecektir kahvaltı masanıza. Hele bir de Ege zeytini, dalından koparılmış domatesler, kekikle süslenmiş zeytinyağı ve taptaze peynirler sofranıza getirilince, keyfinizee keyif eklenecek. Kimi Alaçatı otellerinin bahçelerini ise mavi lavantalar, beyaz yaseminler, mor gelin duvakları süsleyecek. Bu bahçeli otellerde, taze limonatanızı yudumlamanın ve sakızlı kekinizi kelebeklerle paylaşmanın ayrıcalığına tanık olacaksınız.

Alaçatı otelleri, Arnavut kaldırımlı sokakları, restore edilmiş küçük otelleri, duvarları süsleyen mor begonvilleri ile deniz ve doğa tutkunlarını, büyüleyici atmosferiyle Alaçatı'ya davet ediyor.

RÜZGÂRLA DANS EDENLER

Şimdi sırada deniz var... Merkezden ayrılıp ilkbaharda sapsarı açan mimoza çiçekli yolu takip ederek, rüzgârın enerjiye dönüştüğü tepenin eteğindeki sörf merkezine ya da tam karşısındaki plaja gitmek tercihinize kalmış. Plaj boyunca hafif engebeli tepeleri aşarak pek çok sakin koy da keşfedebilirsiniz.
Alaçatı plajı yaklaşık 15 yıldır sörfçülerin uğrak yeri. Nisan-Kasım ayları arasında en yoğun dönemini yaşıyor. Bu denli tercih edilir olma nedeni ise sahilden yaklaşık 700 metre mesafeye kadar derinliği bir metreyi geçmeyen kum bir sahile sahip olması. Bu sayede yüzme bilmeyenler bile rüzgâr sörfü öğrenebiliyor. Bir diğer önemli özelliği de plajdaki tesisler sayesinde her türlü malzemenin ve ders alma imkânının bulunması.
Akşamı dilerseniz merkezdeki restore edilmiş cumbalı eski evlerin bahçesinde ya da içine yerleştirilmiş restoran ve kafelerde geçirebilir, dilerseniz Alaçatı’nın uzantısı Mersin Liman mevkiindeki çipura çiftliğine gidebilirsiniz. Her tür taze balık ve deniz ürününün bulunduğu bu mekânda, mevsiminde ise küçük körpe sakız enginarından yapılan çeşitlemeleri yemeyi de ihmal etmeyin.

Pencerelerinde hala sakız işi dantel perdelerin sallandığı, kat kat beyaz badanalı, aydınlık yüzlü taş evleriyle dolu Alaçatı sokaklarına gelişigüzel dalmalı, gezmeli, tozmalı, fotoğraflar çekmeli, ninelerle selamlaşmalı ve sonra gelip bir kahvesine çöküp, mavi gözlü bir Rumeli geçmişli dedesiyle sohbetlere dalmalısınız. Ve tüm bunları kaybolmuş bir gezgin gizemiyle veya sadece çocuksu bir merakla yapmalısınız.

Sekiz bin kişilik Alaçatı, kendine bağlı Germiyan, Ildırı ve Karaköy ile birlikte İzmir Çeşme'ye 8.km. uzaklıkta gizli bir güzellik yuvasıdır. Eskimiş tadıyla Alaçatı'nın dar ve Arnavut kaldırımlı sokakları ve ekâbir evleri tamamen Ege mimarisinin estetiğini yansıtır. Sade, yalın, beyaz ve taş ağırlıklı bir doku vardır burada... Hemen sokakların içine dalıp kaybolma isteği kabarır içinizde. Son birkaç yıldır İstanbullular'ın da gözdesi haline gelen ve eski taş evleri kapış kapış satılarak, restore ettirilen Alaçatı, bir tarih, dağ, deniz ve sörf cennetidir. Alaçatı'nın yüzlerce yıllık kimliği, içinize işleyen sımsıcak bir türkü gibidir. Hele, her ulustan ve yaştan sörfçülerin, rengârenk sörfleriyle bir çiçek bahçesine dönüştürdükleri Alaçatı koyu, yalnız Çeşme ve Ege'nin değil, ülkemizin görülmesi gereken başlıca ilginç yerleri arasına girmiştir.

SİT alanı çerçevesinde, koruma altına alınan Alaçatı, eski taş binaları, meydanı, çarşısı ile ilginç, gezip görülmeye değer bir beldedir. Alışveriş imkânı vardır, cumartesi günleri pazarı kurulur. Çeşme ve İzmir'e devamlı minibüs, otobüs servisi ile bağlıdır. Alaçatı'nın rüzgârı boldur, eksik olmaz. Körfez içinde denizi dalgalandırmadığı için, son yıllarda burası yerli ve bilhassa yabancı sörfçülerin mekân tuttuğu, pek rağbet ettiği bir yer haline gelmiştir. Limanın altındaki burunda onlara hizmet veren tesisler vardır. Rengârenk yelkenleri ile bilhassa sığ alan üzerinde, mekik dokur gibi oradan oraya uçarcasına giden, türlü gösteriler yapan sörfler hemen dikkatinizi çeker.

Alaçatı'yı evinize mi taşımak istiyorsunuz? Son yıllarda lavanta çiçeğinin merkezi konumuna gelen Alaçatı'dan mis kokulu lavantalar alıp, bu sakin havayı evinize taşıyabilirsiniz.

Alaçatı, cumartesi günleri inanılmaz kalabalıktır. Çünkü cumartesileri pazar kurulur. Her bakımdan üstün ve bol çeşitli pazara, çevre ilçelerden çok sayıda insan akın akın gelir, aynı gün antika pazarı kuruludur. Alaçatı'daki herkes çok marifetli. Takı satıcılarının bütün ürünleri ince bir zevki simgeliyor. Urla keteninden üretilmiş güzellikleri almasanız da görmüş olun. Sokak aralarında birçok yerde sanatçıların, ressamların hünerlerini sergileyip satış yaptıkları birçok dükkân var Alaçatı'da. Yine İstanbullular'ın ve yazlıkçıların yöreye akını sebebiyle, pek bir kalabalık vardır. Hepsi toplanınca, Alaçatı sokakları yürünmez olur. Alaçatı mahalle ve sokak isimleri, en az yüz yıllıktır. Hacı Memiş Mahallesi, Şeftali sokak, Nuriye sokak, Cemaliye sokak, Mehtap caddesi, İtidal sokağı gibi...

Alaçatı Körfezi kenarına dizilmiş olan gece kulüpleri de son yıllarda öne çıkmış, benzerleri ancak Avrupa - Akdeniz ülkelerinde olan plajlar ve eğlence yerleri yaratılmıştır. Çeşme ve Alaçatı'da, Ilıca, Altın Kum, Kafe Romo, Babylon, Aya Yorgi, Paşa Limanı, Pırlanta plajı olmak üzere 7 adet ünlü plaj bulunur. En yakın plaj ise Ilıca'dır.

Türkiye’nin en güzel küçük otelleri artık Alaçatı’da. Birçoğu 150 yıl öncesinden kalan taş evlerin restorasyonuyla oluşan bu otellerde eskiyle yeninin uyumu insanı büyülüyor adeta. İşletmeciliğe değen kadın eli sayesinde bu oteller, Alaçatı’nın yerel tatlarıyla donatılmış kahvaltı hizmeti sunuyor misafirlerine. Ev reçelleri, yalnızca Yarımada’da yetişen hurma zeytin, köy yumurtası ile unutulmaz kahvaltılar sunuluyor Alaçatı otellerinde.
Eğer bir gün yolunuz düşerse Alaçatı’ya, yaşınız kaç olursa olsun, yediden yetmişe her yaşta gence hizmet vermeye hazır sörf okullarına uğramadan geçmeyin. Çarşısında şöyle bir dolanırken sakızlı, limonlu dondurmasını, sakızlı muhallebisini yememezlik etmeyin. Kara fırınlarından köy ekmeğini, Cumartesi pazarından izmir tulumunu, liman ovası domatesini, beyaz soğanını tatmazsanız mutlaka pişman olacağınızı bilin. Aylardan Ekim, Kasım ise hurma zeytini sorun… Yalnızca Sakız Adası ve Çeşme – Alaçatı’da yetişen sakız ağaçları ile tanışın. Kendine has rüzgâr kokulu lavantasından hediye paketi yaptırın. Sokak aralarındaki bahçeli, taş otellerinde dinlenmenin, uyumanın keyfini yaşayın, dostlarınızla restoranlarında buluşup hoş vakit geçirin, cafelerinde çay, kahve yudumlayın. Alaçatı’da üretilen seramiklerden ısmarlayın…

Hacı Memiş Ağa’nın yolunu kesip, limanına sığınmasını sağlayan rüzgâr, Alaçatı’nın kötü talihini yenmişti 150 yıl önce... Sonrasında sakızını, bağını, zeytinini, lavantasını farklı kılan rüzgâr, şimdilerde Alaçatı ile dansına devam ediyor hâla… Sörfçüleri ile oynaşıyor, lavanta kokusunu yayıyor, hurma zeytinini olgunlaştırıyor. Ovalarında yetişen sebzesinin tadını farklı kılıyor. Rüzgâr değirmenlerinde elektrik üretiyor…
Mimari dokusu, çevresi, sosyal yapısı korunarak oluşturulan “korumacı turizm” ekonomiye hayat verirken, rüzgâr değirmenleri aracılığıyla elde edilen elektrik, enerji alanında sürdürülebilir ka
ynak yaratıyor. Sörf istasyonları rüzgâr sayesinde turizme önemli katkılar sağlıyor… Kim bilir belki Alaçatı, gelecekte huzur, dinginlik, yaşama keyfi veren bir “yavaş şehir” olarak çıkacak karşımıza…

İşte hem doğası, hem sörf için ideal rüzgârı, sıcakkanlı halkı, cumartesi pazarı, antika dükkânları, klasik müzik dinletileri hem de sosyalleşmek için gece hayatıyla en gözde tatil mekânı Alaçatı'da hayat böyle dolu dolu geçiyor.